DİNDEN ÇIKARAN (KÜFRE DÜŞÜREN) BAZI SÖZLER
By:
saglam full indir
-
In:
DİNDEN ÇIKARAN (KÜFRE DÜŞÜREN) BAZI SÖZLER,
Dini Konular,
İlmihal,
İslam
-
0
σχόλια
- Din bilgilerine inanmamak, din alimlerini ve dini kitapları aşağılamak.
- "Allah-u Teâla'nın buna gücü yetmez" demek.
- "Allah bizi unuttu" demek.
- Birisi için; "Onun hakkından Allah bile gelemez, ben nasıl geleyim?" demek.
- Cenab-ı Hakk'a, Allah baba demek.
- Her hangi bir şey için; "Allah'ın işi kalmadı da bunun gibi şeyler mi yaratıyor?" demek.
- Kasıtlı olarak harama helal, helala haram demek.
- Allah-u Teâla'ya mekan izafe etmek. "Allah yukarıdadır, göktedir" demek.
- "Allah bize zulüm ediyor" demek.
- "Allah filan kuluna bu kadar zenginlik veriyor, bana ise az veriyor. Böyle adalet olur mu?" demek.
- "Filan kimse Peygamber olsaydı ben inanmazdım" demek.
- Büyük veya küçük günah işleyen birine tövbe et denildiğinde; "Ne yaptım ki tövbe edeyim" demesi.
- Bir kimseye; "Allah bana Cenneti verirse sensiz istemem" demek.
- Dinen mübarek olan şeylere (Din, iman, Peygamberler, mezhepler, sakal, cami, Kabe ve benzeri) sövmek.
- Kur'an-ı Kerim'in bir ayetine bile olsa inanmamak veya şüphe etmek.
- Kur'an-ı Kerim'i çalgı ile okumak.
- "İslamiyet bu asra uygun değildir" demek.
- Sihrin (büyünün) mutlak tesir edeceğine inanmak. (Allah dilerse tesir eder)
- Tenasühe, yani ölen insanın ruhunun başka birine geçeceğine inanmak.
- Haram işleyen birine; "Güzel yaptın" demek.
- Yabancı bir kadına şehvetle bakıp; "Güzele bakmak sevaptır" demek.
- Şarabın azına; "Az içersen günah olmaz" demek.
- Güzel bir bebek görünce; "Allah bu çocuğu özenip bezenip yaratmış" demek.
- Kötülemek için; "Filanca Cennete girse ben girmem" demek.
- Mü'min bir kimse için "Ağzının içine......" diye sövmek.
- "Kafir olmak, hırsızlıktan, hainlikten iyidir" demek.
- "Hristiyan olmak, komünist olmaktan" iyidir demek.
- "Allah bize gökten bakıyor" demek.
- Kabirdeki ve kıyametteki azaplara; "Akla, fenne uygun değildir" demek.
- "Helal bana iyilik getirmiyor" demek.
- Allah-u Teâla için; "Düşünerek veya hesap ederek yahut planlayarak yarattı" demek.
- "Namaz kılmamak güzel bir iştir" demek.
- "Ben geleceği bilirim" demek veya böyle diyenlere inanmak. "Bana cinler geleceği haber veriyor" derse yine kafir olur. Çünkü cinler de geleceği bilemezler. Gaybı ancak Allah-u Teâla ve O'nun bildirdiği Peygamberler gibi bazı seçkin dostları bilir.
- Bir kimse haram maldan sadaka verip bundan sevap umarsa kafir olur. Alan fakir de sadakanın haramdan olduğunu bilerek; "Allah kabul etsin" derse o da kafir olur.
- Bir kimse birisinin gıybetini yaparsa, yanında ki de; "Gıybet etme, haramdır" derse, buna karşılık o kimse de; "Bu da bir şey midir? Bundan bir şey olmaz" derse, ulemânın görüşüne göre kafir olur. Çünkü bu hareketiyle haramı kötülememiş ve hafife almıştır.
- Yine bir kimse birinin gıybetini etse, sonrada bu yaptığı hareketin gıybet olduğunu bildiği halde; "Ben onu gıybetini etmedim, onda bulunan bir şeyi söyledim" derse böyle söylemek küfürdür. Çünkü yaptığı işin günah olduğunu inkar etmiş ve harama helal demiş olur.
- Bir kimse; "Kafirlerin ibadeti güzeldir" derse veya İslamiyete uymayan işlere güzeldir derse ve böyle inanırsa kafir olur.
- Bir kimse başka bir kimse için; "O İslamiyetçidir,onun kafası İslamiyetle küflenmiş. Bırak o yobazı, bizim halimiz İslamiyetten perişan olmuş. İslamiyetin modası geçti" gibi sözler söylerse kafir olur.
- Bir kimse; "Kur'an-ı Kerim çöl kanunudur. Günümüzde O'nunla hükmedilemez ve O'nunla amel edilemez" derse kafir olur.
Küfre neden olan bu veya bunlara benzer eylemler yapan kişi derhal Kelime-i Şehâdet getirmeli, imanını ve nikahını tazelemeli ve bolca tövbe etmelidir.
Kaynaklar:
*Mektubatı-ı Rabbani
*Elfaz-ı Küfür
*Miftahül Cenneh
*İslam Ahlakı
*Birgivi ve Tahavi Şerhleri
*Ehl-i Sünnet İtikadı
İcmâ
Fıkıh usulü terimi olarak icmâ’ "Muhammed (s.a.) ümmetinden olan müctehidlerin Hz. Peygamber'in vefatından sonraki herhangi bir devirde şer‘î bir meselenin hükmü üzerinde fikir birliği etmeleridir" şeklinde tanımla-nır. Tanım, icmâın oluşmuş sayılabilmesi için hangi şartların arandığı konu-sunda da fikir vermektedir.
Bu anlamıyla icmâ, fıkhın kaynakları arasında üçüncü sırayı tutar. İcmâ müctehidlerin, şer‘î bir meselenin hükmüne dair görüşlerini aynı yönde olmak üzere tek tek açıklamaları yoluyla meydana gelebileceği gibi
FIKIH 147 (sarih icmâ), şer‘î bir mesele hakkında bir veya birkaç müctehid görüş belirt-tikten sonra, bu görüşten haberdar olan o devirdeki diğer müctehidlerin açıkça aynı yönde kanaat belirtmemekle birlikte itiraz beyanında da bulunmayıp sükût etmeleri suretiyle de (sükûtî icmâ) oluşabilir. İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğuna göre, sarih icmâ, kesin ve bağlayıcı bir kaynaktır. Sükûtî icmâın bağlayıcı delil olup olmayacağı ise fakihler arasında tartışmalıdır. İcmâ teorisinin
İslâm muhitinde hicrî II. asrın sonlarından itibaren oluş-maya başladığı ve icmâda aranacak şartlarla ilgili birçok ayrıntının, icmâın temelini teşkil eden ictihad müessesinin işlemez hale geldiği dönemlerde belir-lenmiş olduğu dikkate alınırsa, icmâın misyonunu fıkıh usulü eserlerinde anı-lan tüm şartları taşıyan bir fikir birliğinin gerçekleşmesi durumu ile sınırlı tut-mamak gerekir.
Sahâbe döneminde, özellikle ilk iki halife zamanında icmâ kavramının temelindeki düşünceye uygun bulunan ictihad birliği örneklerine bolca rastlanabildiği halde, daha sonraki dönemlerde gerek naslardan açıkça anlaşılabilecek sonuçların o zamana kadar şekillenmiş olması, gerekse mücte-hidlerin değişik beldelere dağılmış bulunmaları sebebiyle bu tarz bir fikrî ittifa-kın gerçekleştiği kolayca söylenemez. Nitekim fıkıh usulü eserlerinde icmâın bağlayıcılık gücü meselesi ele alınırken bu açıdan icmâlar değişik derecelen-dirmelere tâbi tutulmakta ve hemen herkesin bağlayıcı saydığı ve inkârı küfrü gerektiren icmâ, işaret edilen döneme inhisar etmektedir.
İmam Şâfiî de teorik olarak icmâ kavramını her devir için geçerli saymakla birlikte pratikte kesin icmâ iddiasının ancak naslarda açıkça düzenlenmiş ve İslâm dinin temel hü-kümlerinden olan (öğle namazının dört rek‘at oluşu, şarabın haram oluşu gibi) hususlarla sınırlı olduğunu belirtmektedir. Bu durumda icmâın misyonunu iki ana noktada özetlemek uygun olur: 1. İslâm dinini simgeleyici özellikteki temel hükümlerin korunması.
Naslarla düzenlenmiş pek çok konuda -farklı anlayışa elverişli olduğundan- mücte-hidler farklı hükümler çıkarılabilmişlerdir; fakat bazı naslardan çıkarabilecek sonuçlar bakımından İslâm ümmetinin Resûlullah döneminden itibaren or-tak bir anlayışı benimseye geldiği de görülür.
Gerçekten, İslâm tarihinin her döneminde ve tüm İslâm coğrafyasında, -mezhep ve anlayış farklılıkları ne ölçüde olursa olsun- farklılık göstermeyen ve değişikliğe uğramayan ortak hükümlere rastlanır ki, bu hükümler naslara dayanır; icmâın fonksiyonu ise bunların korunmasına yöneliktir.
2. İctihadî meselelerde olabildiğince uygu-lama birliğinin sağlanması. İslâm'da ictihad serbestisi bulunmakla beraber, gerek dinî yaşantının kendi içinde tutarlılığının, gerekse yargı birliğinin sağ-lanması amacı ile, bilimsel tartışmalar ve kazâî uygulamalar ışığında doğ-ruya en yakın ictihadın belirmesi için çaba sarfedilebilir. İşte bu yönde yapılacak sistemli bir çalışma ile büyük çoğunluğun görüşü sağlıklı bir biçimde ortaya çıkarılabilirse icmâ müessesesinin temelindeki düşünceden yararla-nılmış olur. İlmî kanaatlerin belirgin hale gelmesini ve büyük çoğunluğun görüşünün ortaya çıkmasını sağlayacak bir fıkıh akademisinin, yine kazâî uygulamalar ışığında en elverişli çözümün benimsenmesine zemin hazırla-yacak bir yüksek yargı mekanizmasının oluşturulması, bu düşünceden ya-rarlanmanın en uygun yolları arasında anılabilir. Ancak muhalif müctehid bulunduğu müddetçe gerçek/bağlayıcı icmâdan söz edilemez.
Sünnet
Sünnet fıkıh usulünde, Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onayları (takrir) demek olup İslâm dininin Kur'ân-ı Kerîm'den sonraki ikinci ana kaynağını teşkil eder. Fıkıh dilinde, özellikle de ilmihal literatüründe sünnet ise, Hz. Peygamber'in yolunu izleyerek yapılan fakat farz ve vâcip kapsamında ol-mayan fiiller anlamındadır. Hz. Muhammed'in peygamber sıfatıyla söylediği sözler ve yaptığı işler ile devlet başkanı, ordu kumandanı, üst yargı mercii veya toplumun bir ferdi olarak söyledikleri ve yaptıkları arasında da belirli bir ayırımın yapılması
146 İLMİHAL gerektiği açıktır. İslâm âlimleri, Hz. Peygamber'in hangi tasarrufunu hangi sıfatının gereği olarak yaptığı konusunda farklı nitelendirme ve değerlendir-melere sahip iseler de böyle bir ayırımı İslâm dininin ikinci aslî kaynağı olan sünnetin, dolayısıyla İslâm'ın anlaşılmasında elzem bir usul olarak görürler. Sünnetin fonksiyonunun sadece Kur'an'ı açıklama ve Kur'an hükümlerinin uygulanmasını örneklendirme ile sınırlı tutulması veya Kur'an yanında ikinci ve müstakil bir dinî hüküm kaynağı sayılması konuları da âlimler arasında tartışmalıdır. Öte yandan bir hadisin içeriği kadar sübûtu yani
Hz. Peygamber'e aidiyeti de İslâm bilginleri arasında derinlemesine araştırmalara konu olmuş, bu yönde birtakım ölçüler geliştirilmiş, bazı ayırımlar da yapıl-mıştır.
Sonuç itibariyle bu ayırım ve tartışmalar, Resûl-i Ekrem'in herhangi bir söz veya fiilinin farklı şekillerde ve yönlerde yorumlanmasının da ana sebebini teşkil etmiştir. Diğer bir ifadeyle İslâm âlimleri arasında Hz. Pey-gamber'in sünnetine uyma, onu delil ve örnek alma konusunda bir görüş ayrılığı mevcut değildir. Görüş ayrılığı sünnetin nasıl anlaşılması ve yorum-lanması gerektiği konusundadır.
Fıkıh kültüründe yer alan bazı bilgilerin hadis kitaplarında yer alan bazı hadislere aykırı gibi görünmesi, âlimlerin Hz. Peygamber'in sünnetinin sü-bûtu, hükme delâleti, mahiyeti ve gayesi konusunda farklı değerlendirme-lere sahip oluşundan kaynaklanmaktadır.
Bu sebeple de bir konuda mevcut bütün hadisleri gözden geçirmeden veya fıkıh literatüründe ve geleneğindeki söz konusu ayırımları, sünnetle ilgili yaklaşım farklılıklarını ve tartışmaları bilmeden, bir hadisten ilk bakışta anlaşılan anlamı esas alıp fakihlerin buna aykırı düşen görüşlerine eleştiri getirmek yanıltıcı olabilir. Bu sebeple de Kur'an ve Sünnet İslâm dininin,
İslâm akaid ve fıkhının iki aslî kaynağı olmakla birlikte bu iki kaynağı anlama ve yorumlamada belirli ilmî metotla-rın takip edilmesi, bu kaynaklar etrafında oluşan bilgi birikiminin, fıkıh kül-tür ve geleneğinin göz önünde bulundurulması kaçınılmaz olmaktadır.
Deliler
Fıkıh ve usûl-i fıkıh bilginleri sağlıklı bir zihinsel işlemde, araştırılan
hususa dair hüküm vermeye ulaştıran veya bir hükmün kanıtlanmasını sağlayan
vası-taya, daha özel ifadeyle araştırılan hususta şer‘î-amelî nitelikteki hükme ulaştı-ran
vasıtaya delil derler. Delil, içerdiği bilginin kaynağı açısından aklî-naklî, ulaştırdığı sonuç
hakkında karşı ihtimali ortadan kaldırıp kaldırmaması açısından kat‘i-zannî
ayırımına tâbi tutulabilir.
Fıkıhta delil genelde, fıkhî bir hükmün dinî-hukukî dayanağı (edille-i şer‘îyye, edilletü'l-ahkâm) anlamında kullanıldığından, hüküm kaynağı aslî deliller de, bu kaynaktan hüküm elde etmeye yarayan me-totlar da çoğu zaman delil olarak adlandırılır. Bu sebepledir ki, Kur'an ve Sünnet'i anlamayı, naslarla çözümü beklenen olay arasında bağ kurmayı ve naslardan olayı aydınlatacak bir sonuç çıkarmayı hedefleyen aklî ve mantıkî metotların aynı zamanda şer‘î (dinî-hukukî) delil olarak adlandırılması da bu sebepledir.
Şer‘î deliller, üzerinde ittifak edilen-ihtilâf edilen deliller şeklinde bir ayı-rıma da tâbi tutulabilir. Naklî deliller sahibine aidiyeti (sübût) ve bir anlamı ifade ermesi (delâlet) yönüyle kat‘î veya zannî olabilmektedir. Meselâ Kitap ve Sünnet bütün olarak alındığında üzerinde ittifak edilen naklî ve kat‘î delil sayılabilirse de herhangi bir âyet veya hadis, belirli bir hükme delâlet yö-nüyle zannî, aklî-mantıkî öncüllere dayanması yönüyle de aklî delil olarak nitelendirilebilir. Nitekim Kur'an ve Sünnet ahkâmının şer‘iyyât-hissiyât veya sem‘iyyât-akliyyât şeklinde bir ayırıma tâbi tutulması da mümkün olmaktadır.
Öte yandan bütün delillerin nakle ve akla veya sadece Kur'an'a irca edilmesi de mümkündür. Bu itibarla delillerin çeşitli adlandırma ve ayı-rımında bakış açısına göre değişebilir bir izâfîliğin bulunduğu görülür. Bu değişkenlik ve yoruma açıklık dinî literatürde bir hükmün şu veya bu delile dayandığı, âyet veya hadisin şu veya bu hükme delâlet ettiği şeklinde sık-lıkla görülen iddiaları da haliyle yakından ilgilendirmektedir. Fıkıh literatüründe yaygın genel kabule göre şer‘î delillerden
Kitap, Sün-net, icmâ ve kıyas aslî deliller; istihsan, istislah (mesâlih-i mürsele), istishâb, sedd-i zerâyi‘ gibi deliller de fer‘î veya tâli deliller grubunda yer alır. Bu aslî delillerin bir diğer adı da "dört delil"dir (edille-i erbaa). Bu tür adlandırma bir bakıma, üzerinde ittifak edilen-ihtilâf edilen deliller ayırımı olarak da algıla-nabilir.
Hatta Kur'an ve Sünnet'i delil, diğerlerini de bu iki delilden hüküm çıkarma metotları olarak değerlendirmek daha doğrudur. Akıl da bu bölüm-lemede bir yönden delil bir yönden de delilleri anlama ve mevcut metotları işleme melekesi konumundadır. Burada delil ve metot veya aslî delil-fer‘î delil ayırımı yapılmaksızın klasik literatürde yer alan deliller ve onlardan hüküm çıkarma metotları hakkında özet bilgi vermekle yetineceğiz.
hususa dair hüküm vermeye ulaştıran veya bir hükmün kanıtlanmasını sağlayan
vası-taya, daha özel ifadeyle araştırılan hususta şer‘î-amelî nitelikteki hükme ulaştı-ran
vasıtaya delil derler. Delil, içerdiği bilginin kaynağı açısından aklî-naklî, ulaştırdığı sonuç
hakkında karşı ihtimali ortadan kaldırıp kaldırmaması açısından kat‘i-zannî
ayırımına tâbi tutulabilir.
Fıkıhta delil genelde, fıkhî bir hükmün dinî-hukukî dayanağı (edille-i şer‘îyye, edilletü'l-ahkâm) anlamında kullanıldığından, hüküm kaynağı aslî deliller de, bu kaynaktan hüküm elde etmeye yarayan me-totlar da çoğu zaman delil olarak adlandırılır. Bu sebepledir ki, Kur'an ve Sünnet'i anlamayı, naslarla çözümü beklenen olay arasında bağ kurmayı ve naslardan olayı aydınlatacak bir sonuç çıkarmayı hedefleyen aklî ve mantıkî metotların aynı zamanda şer‘î (dinî-hukukî) delil olarak adlandırılması da bu sebepledir.
Şer‘î deliller, üzerinde ittifak edilen-ihtilâf edilen deliller şeklinde bir ayı-rıma da tâbi tutulabilir. Naklî deliller sahibine aidiyeti (sübût) ve bir anlamı ifade ermesi (delâlet) yönüyle kat‘î veya zannî olabilmektedir. Meselâ Kitap ve Sünnet bütün olarak alındığında üzerinde ittifak edilen naklî ve kat‘î delil sayılabilirse de herhangi bir âyet veya hadis, belirli bir hükme delâlet yö-nüyle zannî, aklî-mantıkî öncüllere dayanması yönüyle de aklî delil olarak nitelendirilebilir. Nitekim Kur'an ve Sünnet ahkâmının şer‘iyyât-hissiyât veya sem‘iyyât-akliyyât şeklinde bir ayırıma tâbi tutulması da mümkün olmaktadır.
Öte yandan bütün delillerin nakle ve akla veya sadece Kur'an'a irca edilmesi de mümkündür. Bu itibarla delillerin çeşitli adlandırma ve ayı-rımında bakış açısına göre değişebilir bir izâfîliğin bulunduğu görülür. Bu değişkenlik ve yoruma açıklık dinî literatürde bir hükmün şu veya bu delile dayandığı, âyet veya hadisin şu veya bu hükme delâlet ettiği şeklinde sık-lıkla görülen iddiaları da haliyle yakından ilgilendirmektedir. Fıkıh literatüründe yaygın genel kabule göre şer‘î delillerden
Kitap, Sün-net, icmâ ve kıyas aslî deliller; istihsan, istislah (mesâlih-i mürsele), istishâb, sedd-i zerâyi‘ gibi deliller de fer‘î veya tâli deliller grubunda yer alır. Bu aslî delillerin bir diğer adı da "dört delil"dir (edille-i erbaa). Bu tür adlandırma bir bakıma, üzerinde ittifak edilen-ihtilâf edilen deliller ayırımı olarak da algıla-nabilir.
Hatta Kur'an ve Sünnet'i delil, diğerlerini de bu iki delilden hüküm çıkarma metotları olarak değerlendirmek daha doğrudur. Akıl da bu bölüm-lemede bir yönden delil bir yönden de delilleri anlama ve mevcut metotları işleme melekesi konumundadır. Burada delil ve metot veya aslî delil-fer‘î delil ayırımı yapılmaksızın klasik literatürde yer alan deliller ve onlardan hüküm çıkarma metotları hakkında özet bilgi vermekle yetineceğiz.
Fıkıh Genel olarak
Kur'ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber'in sünneti, İslâm'ın dünya ve âhireti, fert ve toplum hayatını, inanç, ibadet, ahlâk ve hukuk konularını genel bir yaklaşımla veya özel bir ayrıntıyla kuşatan hükümlerinin kaynağını teşkil eder.
Bu iki kaynakta hayatı geçmişiyle ve sonuyla aydınlatacak, ferdî mutluluğa ve sükûnete, toplumu huzur ve güvene kavuşturacak bütün ana prensipleri, açıklama ve yönlendirmeleri bulmak mümkündür.
Hz. Peygam-ber dünya hayatına veda etmeden önce müminlere şu uyarıda bulunmuştu. "Size iki emanet bırakıyorum ki onlara sıkı sarıldığınız sürece doğru yoldan sapmazsınız:
Allah'ın kitabı ve resulünün sünneti" (İbn Mâce, “Menâsik”, 84; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 56).
Ancak Kur'an ve Sünnet fert ve toplumlara takip edecekleri ana çizgiyi, koruyacakları temel değerleri, taşıyacakları mükellefi-yet ve sorumlulukları göstermekle veya hatırlatmakla yetinir. Buna dinî literatürde, hidayetin bir türü olarak yol gösterici hidâyet (hidâyet-i mürşîde) denir. Bu iki kaynakta yer alan hükümleri ve gösterilen hedefleri kavrama, ondan amelî hayata ve tek tek her bir olaya ilişkin sonuç çıkarma tama-mıyla Kur'an ve Sünnet'in muhatabı olan müslümanlara ait bir sorumluluk-tur. Bu sebeple de Hz. Peygamber'in vefatından sonra Kur'an ve Sünnet'in nasıl anlaşılacağı, bu iki kaynaktan nasıl istifade edileceği ve hangi ölçü ve usullere bağlı kalınarak hüküm çıkarılacağı hususu daima önemini koru-muştur. Zaten tarihî süreç itibariyle ortaya çıkan farklı mezhep, ekol, tema-yül ve anlayışlar da bu zihnî ve beşerî çabanın birer örneği mesabesindedir. İslâm toplumlarının geleneği ve hukuk kültürü, çok zengin doktriner tartış-malarla dolu hacimli fıkıh literatürü de bu çaba sonucu ulaşılmış bilgileri yansıtır. Ayrıca, metinden (nas) hüküm çıkarma metodolojisini konu alan bir ilmin tarihte usûl-i fıkıh adıyla ilk defa müslümanlar tarafından kurulmuş olması da bu sürecin tabii bir sonucudur. Böyle olunca, amelî hayata ilişkin dinî hükümlerin aslî kaynağı (delil) Kur'an ve Sünnet olmakla birlikte, bu iki kaynaktaki lafızların anlaşılmasına yönelik aklî muhakeme ve yorum me-totları da benzeri bir işlev yüklenmektedir.
Namazı bozan şeyler
Bir müslümanın namaz esnasında, yukarıda ayrı ayrı sayılan namazın farz, vâcip, sünnet ve âdâbını en iyi şekilde yerine getirmeye gayret etmesi ve bu ibadetin mâna ve gayesine aykırı her türlü davranıştan da kaçınması gerekir. Namaza aykırı davranışlar, bu aykırılığın derecesine göre namazın mekruhları ve namazı bozan şeyler şeklinde ikili bir ayırım içinde ele alınır.
A) NAMAZIN MEKRUHLARI
Namazda yapılması hoş karşılanmayan davranışlara "namazın mekruhları" denir. Genel olarak namaz için öngörülmüş bulunan biçimsel yapıya aykırı olan davranışlar ile namazın gerektirdiği saygı, tâzim, tevazu, boyun bükme ve sükûnet haline de aykırı olan ve namazda kalbi meşgul edecek ve insanı ibadetin gerektirdiği kalp huzurundan ve huşûdan alıkoyacak davranışlar mekruh sayılmıştır. Namaz esnasında elbiseyle veya vücudun bir yeriyle oynamak gibi namazla ilgisi olmayan ve onunla bağdaşmayan bir hareketin yapılması mekruhtur. Çünkü bu şekildeki davranışlar namazın biçimsel yapısına aykırıdır ve aynı zamanda namazın gerektirdiği saygı ve tâzim vaziyetiyle de bağdaşmamaktadır.
Bunun yanında namazın vâciplerinden ve sünnetlerinden birini terketmek de mekruh sayılmaktadır.
Namazın vâciplerinden birini, meselâ Fâtiha sûresini okumayı kasten yani bilerek ve isteyerek terketmek tahrîmen mekruhtur. Bir vâcibin terkedilmesi sebebiyle tahrîmen mekruh olan bu namaz esas itibariyle sahih yani geçerli olup kişiden namaz borcunu düşürür ise de iade edilmesi yani yeniden kılınması vâciptir.
Namazın sünnetlerinden birini, meselâ Sübhâneke okumayı, rükû veya secdelerdeki tesbihleri kasten terketmek mekruhtur. Namazın sünnetlerinden birini terketmek, genel olarak tenzîhen mekruh olmakla birlikte, tenzîhen mekruh sayılan şeylerin bir kısmı tahrîmen mekruha yakındır. Meselâ müekked bir sünneti terketmek, bir vâcibi terketmek derecesine yakın bir mekruhluğu (kerâhet) ifade eder. Müstehap (mendup) olan bir şeyi terketmek ise mekruh olmayıp daha iyi ve faziletli olanı terketmek (terk-i evlâ) sayılır.
Namazda mekruh sayılan şeyler şunlardır:
1. Bir zararın giderilmesi veya namazın tamamlanması amacı olmaksızın namaz dışı bir davranışta bulunmak. Meselâ alnın secde mahalline yerleşmesini engelleyen sarık vb. şeyleri çekmek namazın tamamlanması amacı taşıdığından ve akrep gibi zararlı hayvanları öldürmek de bir zararın giderilmesi amacı taşıdığından mekruh sayılmamıştır. Buna karşılık parmak çıtlatmak, giysisinin kolunu kıvırmak, bunu gerektiren bir özür olmadığı halde -peş peşe olmamak üzere- birkaç adım yürümek, sinek vb. haşeratla meşgul olmak gibi davranışlar mekruhtur. Namaz dışı davranış amel-i kesîr (bk. Namazı Bozan Şeyler) boyutuna varırsa namaz bozulur.
2. Namaza ilişkin fiilleri özürsüz yere, namazın sünnet ve âdâbına uymaksızın yerine getirmek. Meselâ bir özrü olmaksızın duvar, direk, baston vb. bir şeye hafifçe yaslanmak; daha dizleri yere koymadan elleri yere koymak, secdeden kalkarken dizleri ellerden önce kaldırmak; oturuşlar esnasında bağdaş kurmak veya dizleri dikmek; kıyam esnasında elleri yana bırakmak; erkekler için secde esnasında kolları tamamıyla yere yapıştırmak böyledir.
3. Kıyam, rükû ve secde aralarındaki tekbir ve zikirleri kendi yerlerinden sonraya bırakmak. Meselâ kıyamdan rükûa vardıktan sonra "Allahüekber" demek, rükûdan doğrulduktan sonra "Semiallahu limen hamideh" demek mekruhtur. Rükû tekbiri alınmaya ayakta iken başlanmalı, rükûa varırken bitirilmelidir. Söz ile fiil eş zamanlı olmalıdır.
4. Namazda esnemek, gerinmek ve boğazı açıyormuş gibi yapmak. Mümkün olduğunca esnemeyi önlemeye çalışmalı, esnemek durumunda kalınca sağ el ile ağzı kapatmalıdır. Nezle vb. sebepten burnu akan kişi, burnunu mendille siler. Grip olan kişi de öksürecek olduğunda ağzını eliyle veya mendiliyle kapatmalıdır. Bu durumda olan kişilerin mescide gelmeleri de mekruhtur.
5. Namazda iken verilen selâmı el veya baş işaretiyle almak. Tahrîmen mekruh olan bu fiille kimilerine göre namaz bozulur.
6. Namazda huşû halini artırmak veya uygunsuz bir şeyi görmekten sakınma gibi bir amaç olmadıkça gözleri yummak, gözleri sağa sola veya aşağı yukarı çevirmek, başı hafifçe bir tarafa çevirip bakmak.
7. Abdesti sıkışık olduğu halde namaz kılmak. Hz. Peygamber sıkışık durumda olan veya yemek hazırken namaza duran kişinin namazının faziletinin tam olmayacağını belirtmiştir (Müslim, "Mesâcid", 67).
8. Elbise, vücut veya namaz mahallinde namazın geçerliliğine engel olmayacak miktarda necâset bulunduğu halde namaz kılmak. Dinen necis sayılmamakla birlikte kirli elbise ile namaz kılmak da mekruhtur.
9. Temiz olmayan şeylere karşı ve bunların yakınında, kişinin kendini ibadete vermesini engelleyecek ve zihni meşgul edecek yerlerde namaz kılmak. Ateşe ve puta tapma inancını çağrıştırması düşüncesinden hareketle ateşe, insan veya hayvan tasviri bulunan resim ve heykele karşı namaz kılınması mekruh sayılmıştır. Aynı şekilde bir insanın yüzüne karşı namaz kılmak da mekruhtur.
10. Başkasına ait bir yerde veya başkasına ait bir elbise içinde, sahibinin izni ve razılığı olmaksızın namaz kılmak.
11. Dişlerin arasında kalmış yutulması namazı bozmayacak miktardaki yiyecek kırıntısını yutmak. Yutulan şey nohut tanesi büyüklüğünde olursa namazı bozar.
12. Cemaatle namaz kılınırken, imamdan önce rükû ve secdeye gitmek veya ondan önce rükû veya secdeden doğrulmak. Bu davranışın muktedînin namazını bozacağı, imamdan önce rükû ve secdeden başını kaldırmış kişinin rükû ve secdeye geri dönüp imamla birlikte hareket etmesi, aksi halde o rek`atın eksik kalacağı ve sonradan tamamlanması gerektiği, bu da yapılmazsa namazının bozulmuş olacağı görüşleri de mevcuttur.
13. Namazda kıraate ilişkin mekruhlar daha ziyade kıraatin sünnetlerinden birinin terki sebebiyle olur:
İkinci rek`atta birinci rek`attan daha uzun okumak böyledir.
Bir rek`atta bir sûrenin iki kere okunması veya farz namazlarda ilk iki rek`atta Fâtiha'dan sonra aynı sûrenin okunması mekruhtur; nâfile namazlarda mekruh değildir.
Fâtiha'dan sonra sürekli olarak belirli bir sûrenin okunması, başka sûrenin okunmaması mekruhtur.
Fâtiha'dan sonra okunacak sûrelerde Kur'an'daki sıraya uymamak, meselâ birinci rek`atta Kevser sûresini okuduktan sonra ikinci rek`atta Fîl sûresini okumak mekruhtur.
B) NAMAZI BOZAN ŞEYLER
Namazın rükünlerinden veya şartlarından herhangi birinin eksikliği durumunda namaz bozulur. Namazın bozulmuş olacağı fâsid veya bâtıl tabirleriyle ifade edilir. Rükün ve şartların eksikliği dışında ayrıca kaçınılması, yapılmaması gereken bazı durum ve davranışlar vardır ki, bunların hepsine birden "müfsidât-ı salât" (namazı bozan şeyler) denir.
Namazı bozan şeyler şu şekilde gruplandırılabilir:
1. Namazda konuşmak.
Namazda gerek bilerek gerekse yanılarak veya yanlışlıkla konuşmak namazı bozar.
Konuşmak, birine seslenmek, hitap etmek şeklinde olabileceği gibi birine selâm vermek, merhaba demek, verilen selâma sözlü olarak karşılık vermek veya aksırana "yerhamükellah" veya "çok yaşa" demek şeklinde de olur. Bu gibi durumlarda namaz bozulur. Bunların bilerek, isteyerek yapılması ile yanılarak veya yanlışlıkla olması arasında fark yoktur. Namaz kılarken, namazda olduğunu unutarak, dalgınlıkla birinin selâmını diliyle, meselâ "aleykümü's-selâm" diyerek almak namazı bozar. Hz. Peygamber'in ismi anıldığında salavat getiren kimsenin de namazı bozulur. Aynı şekilde cevap kastıyla Kur'an'dan bir âyeti okumak da insanlarla konuşma kapsamına gireceği için namazı bozar. Meselâ iyi bir haber duyduğunda "el-hamdülillah", kötü bir haber duyduğunda "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn", hayret verici bir şey duyduğunda "sübhânellah" ve girmek için izin isteyene girmemesini anlatmak üzere "Tilke hudûdullâhi felâ takrebûhâ" (Bunlar Allah'ın sınırlarıdır; sakın girmeyin) âyetini okuyarak mukabele etmek namazı bozar.
Namazda dua mahalli olan son oturuşta insanların gündelik ve sıradan konuşmalarına benzer tarzda dua etmenin de namazı bozacağı söylenmiştir. Buna göre meselâ "Ey Allahım, bana baklava, börek yedir; falan hanımla evlendir?" şeklinde dua etmek namazı bozar. Fakat insanların gündelik konuşmalarını andırmayacak şekilde yapılan dualar namazı bozmaz (Aşağıda bu konuyu "Namazda Türkçe Olarak Dua Edilebilir mi?" başlığı altında açıklayacağız).
2. Amel-i kesîrde bulunmak.
Amel-i kesîr, çok veya aşırı bir davranışta bulunmak demektir. Amel-i kesîr için net bir sınır çizme imkânı olmamakla birlikte dışarıdan gözlemleyen kişide, namazda olunmadığı izlenimini verecek davranışta bulunmak şeklinde bir ölçü getirilmiştir. Bu bakımdan, namazdayken namaza aykırı, namazdaki eylemlere benzemeyen ve namazla bağdaşmayan bir davranış, namazda olunmadığı izlenimini veriyorsa amel-i kesîr çerçevesine girer. Bununla birlikte Hz. Peygamber namazda iken torunlarının sırtına bindikleri, kucağına geldikleri şeklindeki rivayetlere nazaran, benzer durumlarla karşılaşıldığında, çocukları rencide etmeden, sarsmadan usulca yere koymak veya kenara çekmekle namaz bozulmaz.
Biriyle musafaha yapmak, el sıkışmak da amel-i kesîr kapsamına girer.
3. Yönü kıbleden çevrilmek.
4. Bir şey yiyip içmek.
Namaza durduktan sonra ağza alınıp yenen şey susam tanesi kadar da olsa namazı bozar. Fakat namaz öncesinde yediği bir şeyden dolayı dişleri arasında kalan bir şeyi yutmak namazı bozmazsa da büyük küçük bir şeyi çiğnemek, ağzında gevelemek namaza aykırı olduğu için namazı bozar. Bu bakımdan sakız çiğnemek veya namaz öncesi ağzına bir şeker alıp şeker eridikçe yutmak namazı bozar.
5. Özürsüz olarak boğaz hırıldatmak (tenahnuh etmek), öksürmeye çalışmak. Ancak herhangi bir zorlama olmaksızın doğal olarak öksürmek veya sesindeki hırıltıyı giderip sesi güzelleştirmek, namazda olduğunu anlatmak ve yanlış okuyan imamı uyarmak için öksürmek namazı bozmaz.
6. Üf, tüh diyerek bir şeyi üflemek veya bezginlik göstermek ve uf, puf gibi şeyler söylemek veya ah, oh demek.
7. İnlemek.
Ah çekmek, inlemek normal durumda namazı bozmakla birlikte, huşû ve ibadet aşkından olursa namazı bozmaz.
8. Gülmek.
Kendisinin duyacağı kadar bir gülme sadece namazı bozar, yakında bulunanların işitebileceği kadar olursa abdest de bozulur. Bu şekilde gülme, bulûğa ermemiş çocukların sadece namazını bozar, abdestini bozmaz. Öteki mezheplere göre namazda kahkaha ile gülmek dahi abdesti bozmaz.
9. Namazda iken göze ilişen bir yazıya bakmakla namaz bozulmaz. Fakat karşısındaki Mushaf'tan ezberinde olmayan bir âyeti okumak durumunda, Ebû Hanîfe'ye göre namaz bozulur. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise bu durumda namaz bozulmaz, fakat Ehl-i kitaba benzeyiş söz konusu olduğu için böyle yapmak mekruhtur. Hanbelîler'e göre ezbere bilen için mekruh olmakla birlikte, Mushaf'tan okuyarak namaz kılmak câizdir.
10. Birinci oturuşu, son oturuş zannederek selâm vermek namazı ifsat etmeyip sadece sehiv secdesi yapmayı gerektirir ise de, kıldığı öğle namazını cuma namazı veya yatsı namazını teravih zannederek (veya kendisini seferî zannederek) selâm vermek, namazı kesmek kastı taşıdığı için namazı bozar.
11. Farkında olmayarak veya unutarak yapılmış olsa bile avret yeri açık iken veya üzerinde namaza mani miktarda bir necâset bulunuyorken bir rükün eda etmek veya bu durumda iken bir rüknün eda edileceği bir sürenin (üç defa "sübhânellâh" diyecek kadar süre) geçmiş olması durumunda namaz bozulmuş sayılır.
12. Kendi irade ve ihtiyarı dışında gerçekleşen şu durumlarda da namaz bozulur:
Sabah namazını kılarken güneşin doğması; bayram namazını kılarken zeval vaktinin olması; cuma namazını kılarken ikindi vaktinin girmesi durumunda namaz bozulur. Fakat öğle namazını kılarken ikindi vaktinin girmesiyle öğle namazı bozulmaz.
Tertip sahibi olan yani o zamana kadar namazı kazâya kalmamış bir kimsenin, daha önce kılamadığı bir namazı (fâite) namaz esnasında hatırlaması.
Teyemmüm ile namaz kılmakta iken kullanılması mümkün suyu görmesi.
Özür sahibi olan/mazereti bulunan kişinin özrünün ortadan kalkması.
Mest üzerine meshetmiş olarak namaz kılarken, mesih süresinin dolması durumunda namaz bozulur. Bu süre mukim için bir gün bir gece, yolcu için üç gün üç gecedir. Yine, mesih yaptığı mesti ayağından çıkarması durumunda namaz bozulur. Çünkü üzerine meshettiği mest ayağından çıktığı için abdestsiz konumuna düşmektedir.
Namaz kılanın önünden geçilmekle namazı fâsid olmaz; geçenin erkek veya kadın olması arasında fark yoktur. Bu işi bilerek, farkında olarak yapan kişi mükellef ise günahkâr olur. Mekruh olan geçiş, açık alan ve büyük camiye göre namaz kılanın secde mahallinden; küçük mescidde ise karşısından geçmektir. Önünden geçilme ihtimali bulunan yerde namaz kılan kişilerin sütre edinmesi, yani bir sütunu veya baston, şapka ve şemsiye gibi şeyleri siper edinmesi müstehaptır. Cemaatle namaz durumunda imamın sütresi, ona uyanlar için de sütre sayılır. Kâbe'yi tavaf etmek, namaz benzeri bir ibadet sayıldığı için, orada namaz kılarken tavaf edenlere karşı sütre edinmeye gerek yoktur.
13. Namaz kılarken herhangi bir sebeple abdest bozulursa namaz da bozulmuş olur. Namaz kılarken bilerek abdest bozucu bir fiil işleyen kişinin namazı bozulur. Ancak bu iş, namazın sonunda yapılmış ise, kişi kendi fiili ile namazdan çıkmış sayılacağı için Hanefîler'e göre namaz bozulmaz. Burun kanaması gibi bir özür durumunda Hanefîler'e göre, bu durumun üzerinden bir rükün eda edecek kadar süre geçmedikçe namaz bozulmaz. Kişi dilerse, en kısa yoldan yeniden abdest alıp gelerek namazına kaldığı yerden devam eder, isterse namazını yeni baştan kılar.
(İmama uymuş [muktedî] kişinin namazının hangi durumda bozulacağı konusunda "Cemaatle Namaz" bahsine ve okuyuş hatalarının namaza etkisi konusunda "Kıraat" bahsine bakınız.)
HADİS
Müslümanl›ktan önceki döneme cahiliye denir. Bu
dönemde insanlar kötü bir hayat yafl›yordu. Güçsüz
ve yoksullar köle yap›l›yor, toplumdan d›fllan›yordu.
Komflulu¤a önem verilmiyor, insanlar birbirine güvenmiyordu.
Kad›na de¤er verilmiyor, k›z çocuklar›
diri diri topra¤a gömülüyordu. ‹nsanlar putlara tap›-
yor ve sap›k inan›fllara yöneliyordu. O dönemin tan›
klar›ndan ikisi yaflad›klar›n› flu sözlerle anlatm›fllard›
r:
“Biz, bilgisizlik ve barbarl›k içinde yafl›yorduk. Putlara
tap›yor, ahlâks›zl›k yap›yor, akrabalar›m›zla kavga
ediyorduk. Komfluluk haklar›na hiç önem vermiyorduk.
Güçlülerimiz zay›flar›m›z› eziyordu.”
1 . B Ö L Ü M : Y E T ‹ M M U H A M M E D r P E Y G A M B E R ‹ M ‹ Ö ⁄ R E N ‹ Y O R U M r 9
B‹R‹NC‹ BÖLÜM
YET‹M MUHAMMED
“Biz cahiliye dönemini yaflam›fl insanlar›z. Putlara tapar,
çocuklar›m›z› öldürürdük. Benim de bir k›z çocu¤
um vard›. Ça¤›rd›¤›m zaman koflarak yan›ma gelirdi.
Bir gün yine onu ça¤›rd›m ve yan›ma geldi. Onu
al›p evimizin yak›n›ndaki bir kuyuya götürdüm. Elinden
tutarak bir hamlede kuyuya at›verdim. K›z›m›n
son sözleri “Babaaa!” fleklindeki 盤l›¤›yd›. Bu 盤l›k
hâlâ kulaklar›mda ç›nl›yor.”
Yaflananlar sadece bunlar m›yd›? Elbette ki hay›r.
‹nsanlar, Allah yerine putlara tap›yordu. Allah’›n evi
olan Kâbe’nin içini putlarla doldurmufllard›.
‹nsanlar, pazarlarda bir eflya gibi al›n›p sat›l›yordu.
‹nsan›n hiçbir de¤eri yoktu.
Güçlü olan zay›f olan› ezerdi. Haks›zl›¤a u¤rayan›n
hakk›n› arayaca¤› bir yer yoktu. Kötülük, yapan›n yan›
na kâr kal›rd›.
‹nsanlar su gibi içki içer, kötü kad›nlarla birlikte olur,
gece sabahlara kadar kumar oynard›.
Baz› insanlar bu kötü gidiflten rahats›z oluyordu. Ancak
yapacaklar› pek bir fley de yoktu. Çünkü say›lar›
çok azd›. Üzülüyorlard›. ‹nsanlar, kendilerine do¤ru
yolu gösterecek birinin gelmesini bekliyor, içlerinde
hep bu umudu tafl›yorlard›. Geçmiflte oldu¤u gibi Allah,
onlara da bir peygamber gönderecek miydi?
Herkes bu sorunun cevab›n› merak ediyordu. Geçmiflte
de bu türden sorunlar yaflanm›flt›. Her defas›nda
Allah, insanlara do¤ru yolu göstermek için peygamberler
göndermiflti. Gönderilen peygamberler,
do¤ru yolu anlatm›fllar, insanlardan baz›lar› onlara
inanm›fl, baz›lar› da inkâr etmiflti.
10 r P E Y G A M B E R ‹ M ‹ Ö ⁄ R E N ‹ Y O R U M r 1 . B Ö L Ü M : Y E T ‹ M M U H A M M E D
Örne¤in Nuh, Salih, Hud, Yüce Allah taraf›ndan
gönderilen peygamberlerdendi. Toplumlar›, Mekke
halk› gibi do¤ru yoldan uzaklaflt›¤› için Allah onlar›
uyarmak üzere peygamberler göndermiflti. Bu peygamberler,
Allah’›n emirlerini anlatmak için mücadele
ettiler.
‹brahim de büyük mücadeleler vermifl bir peygamberdi.
Peygamber oldu¤una inanmayanlar onu ateflte
yakmak istemifl, ama Yüce Allah, onu ateflten kurtarm›
flt›.
Allah, baz› peygamberlerine kitap göndermiflti. Peygamberler,
bu kitaplarla toplumlar›n› ayd›nlatm›flt›.
Allah, Musa Peygambere Tevrat’›, Davud Peygambere
Zebur’u, ‹sa Peygambere de ‹ncil’i göndermiflti.
Bu peygamberlerin hepsi insanlar› do¤rulu¤a, iyili-
¤e, güzelli¤e ça¤›rm›flt›r.
‹sa Peygamberden sonra yaklafl›k alt› yüz y›l geçmiflti.
‹nsanlar yine birbirlerine kötülük yapmaya ve Allah’›
n buyruklar›na isyan etmeye bafllam›flt›. Bilginler,
art›k bir peygamberin gelme zaman›n›n yaklaflt›-
¤›n› düflünüyordu. Herkes bir peygamberin gelmesi
dönemde insanlar kötü bir hayat yafl›yordu. Güçsüz
ve yoksullar köle yap›l›yor, toplumdan d›fllan›yordu.
Komflulu¤a önem verilmiyor, insanlar birbirine güvenmiyordu.
Kad›na de¤er verilmiyor, k›z çocuklar›
diri diri topra¤a gömülüyordu. ‹nsanlar putlara tap›-
yor ve sap›k inan›fllara yöneliyordu. O dönemin tan›
klar›ndan ikisi yaflad›klar›n› flu sözlerle anlatm›fllard›
r:
“Biz, bilgisizlik ve barbarl›k içinde yafl›yorduk. Putlara
tap›yor, ahlâks›zl›k yap›yor, akrabalar›m›zla kavga
ediyorduk. Komfluluk haklar›na hiç önem vermiyorduk.
Güçlülerimiz zay›flar›m›z› eziyordu.”
1 . B Ö L Ü M : Y E T ‹ M M U H A M M E D r P E Y G A M B E R ‹ M ‹ Ö ⁄ R E N ‹ Y O R U M r 9
B‹R‹NC‹ BÖLÜM
YET‹M MUHAMMED
“Biz cahiliye dönemini yaflam›fl insanlar›z. Putlara tapar,
çocuklar›m›z› öldürürdük. Benim de bir k›z çocu¤
um vard›. Ça¤›rd›¤›m zaman koflarak yan›ma gelirdi.
Bir gün yine onu ça¤›rd›m ve yan›ma geldi. Onu
al›p evimizin yak›n›ndaki bir kuyuya götürdüm. Elinden
tutarak bir hamlede kuyuya at›verdim. K›z›m›n
son sözleri “Babaaa!” fleklindeki 盤l›¤›yd›. Bu 盤l›k
hâlâ kulaklar›mda ç›nl›yor.”
Yaflananlar sadece bunlar m›yd›? Elbette ki hay›r.
‹nsanlar, Allah yerine putlara tap›yordu. Allah’›n evi
olan Kâbe’nin içini putlarla doldurmufllard›.
‹nsanlar, pazarlarda bir eflya gibi al›n›p sat›l›yordu.
‹nsan›n hiçbir de¤eri yoktu.
Güçlü olan zay›f olan› ezerdi. Haks›zl›¤a u¤rayan›n
hakk›n› arayaca¤› bir yer yoktu. Kötülük, yapan›n yan›
na kâr kal›rd›.
‹nsanlar su gibi içki içer, kötü kad›nlarla birlikte olur,
gece sabahlara kadar kumar oynard›.
Baz› insanlar bu kötü gidiflten rahats›z oluyordu. Ancak
yapacaklar› pek bir fley de yoktu. Çünkü say›lar›
çok azd›. Üzülüyorlard›. ‹nsanlar, kendilerine do¤ru
yolu gösterecek birinin gelmesini bekliyor, içlerinde
hep bu umudu tafl›yorlard›. Geçmiflte oldu¤u gibi Allah,
onlara da bir peygamber gönderecek miydi?
Herkes bu sorunun cevab›n› merak ediyordu. Geçmiflte
de bu türden sorunlar yaflanm›flt›. Her defas›nda
Allah, insanlara do¤ru yolu göstermek için peygamberler
göndermiflti. Gönderilen peygamberler,
do¤ru yolu anlatm›fllar, insanlardan baz›lar› onlara
inanm›fl, baz›lar› da inkâr etmiflti.
10 r P E Y G A M B E R ‹ M ‹ Ö ⁄ R E N ‹ Y O R U M r 1 . B Ö L Ü M : Y E T ‹ M M U H A M M E D
Örne¤in Nuh, Salih, Hud, Yüce Allah taraf›ndan
gönderilen peygamberlerdendi. Toplumlar›, Mekke
halk› gibi do¤ru yoldan uzaklaflt›¤› için Allah onlar›
uyarmak üzere peygamberler göndermiflti. Bu peygamberler,
Allah’›n emirlerini anlatmak için mücadele
ettiler.
‹brahim de büyük mücadeleler vermifl bir peygamberdi.
Peygamber oldu¤una inanmayanlar onu ateflte
yakmak istemifl, ama Yüce Allah, onu ateflten kurtarm›
flt›.
Allah, baz› peygamberlerine kitap göndermiflti. Peygamberler,
bu kitaplarla toplumlar›n› ayd›nlatm›flt›.
Allah, Musa Peygambere Tevrat’›, Davud Peygambere
Zebur’u, ‹sa Peygambere de ‹ncil’i göndermiflti.
Bu peygamberlerin hepsi insanlar› do¤rulu¤a, iyili-
¤e, güzelli¤e ça¤›rm›flt›r.
‹sa Peygamberden sonra yaklafl›k alt› yüz y›l geçmiflti.
‹nsanlar yine birbirlerine kötülük yapmaya ve Allah’›
n buyruklar›na isyan etmeye bafllam›flt›. Bilginler,
art›k bir peygamberin gelme zaman›n›n yaklaflt›-
¤›n› düflünüyordu. Herkes bir peygamberin gelmesi
El-esmâü’l-hüsnâ
Ayet ve hadislerde Allah’ın isimleri “En güzel isimler”
anlamında ( اَلْاَسْمَاءُ الْحُسْنَى )”el-esmâü’l-hüsnâ” şeklinde ifade
edilmektedir.
1. Ayetlerde Geçen Allah’ın İsimleri
Kur’ân ayetlerinde Yüce Allah’ın isimleri isim veya
isim tamlamaları şeklinde geçmektedir.
el-A’lâ (en yüce, en şerefli),
el-A’lem (her şeyi en iyi bilen),
el-Alî (şanı, şerefi, izzeti ve kudreti yüce olan),
el-Âlim (bilen, anlayan, tanıyan),
el-Alîm (her şeyi çok iyi bilen),
el-Âhir (varlığının sonu olmayan, ölümsüz, ebedî ve bâkî),
el-Akrab (bilmesi, görmesi, duyması, haberdâr olması ve
yardım etmesi açısından insanlara en yakın olan),
el-Azîm (zatı, isim, sıfat ve fiilleri itibariyle pek ulu, büyük,
yüce),
el-Azîz (üstün, güçlü, kuvvetli, galip, şerefli, değerli, melik),
el-Bâri’ (yaratan, örneği olmadan varlıkları îcat eden),
el-Basîr (aydınlık ve karanlıkta küçük ve büyük her şeyi
gören),
el-Bâtın (mâhiyeti akıl ile idrâk olunamayan, hayal ile
tahayyül edilemeyen, her şeyin iç yüzünü, sırlarını bilen),
el-Berr (iyilik eden, çok lütufkâr, çok merhametli, çok şefkatli),
Câ’ılûn (yaratan, vâr eden, bir varlıktan başka bir varlık
yapan),
el-Cebbâr (emir ve yasaklarını, hüküm ve kararlarını
kullarına yaptırmaya gücü yeten, azgın ve zalimleri kahredici,
dertlere derman olan, yaraları sarıp onaran, yaratıklarının
hâllerini düzelten),
el-Ebkâ (verdiği nimetler sürekli ve hep kalıcı olan),
el-Ehad (eşi, benzeri ve ikincisi bulunmayan bir tek,
yegâne),
el-Ekrem (en çok ikram eden),
el-Evvel (öncesi olmayan, yaratılmamış, ezelî ve kadîm
tek varlık),
Fâil(ûn) (yapan, yaratan, vâr eden),
el-Fettâh (iyilik kapılarını açan, en âdil hüküm veren)
el-Ğaffâr (çok affeden, çok bağışlayan, günah ne kadar
çok olursa olsun yine bağışlayan),
el-Ğafûr (çok affeden, çok bağışlayan),
el-Ğanî (zengin, hiçbir şeye muhtaç olmayan),
el-Habîr (her şeyden haberdar olan, gizli aşikâr her şeyi
bilen, haber veren),
el-Hâdi’ (hile yapanları cezalandıran)
el-Hâdî (hidayet eden, doğru yolu gösteren),
el-Hafî (çok ikram eden, son derece iyilik ve lütuf sahibi,
her şeyi bilen, duaları kabul eden)
Hâfiz(ûn) (koruyup gözeten),
el-Hafîz (varlıkları yok olmaktan koruyan),
el-Hakîm (hikmet sahibi, her işi, emri ve yasağı yerli yerinde
olan),
el-Hâkim (hükmeden, karar veren, haklıyı haksızı ayıran),
el-Hakem (hüküm veren, son kararı veren),
el-Hakk (varlığı, ilâh ve rab oluşu hak olan, eşyayı var
eden, hakkı ızhar eden, mülk sahibi, yok olmayan, varlığında
şüphe bulunmayan, âdil),
el-Halîm (çok sakin, hemen öfkelenmeyen, acele etmeyen,
teenni ile hareket eden),
el-Hallâk (mükemmel yaratan, devamlı yaratan),
el-Hasîb (insanlara yeten, insanların yaptıklarını koruyup
hesaba çeken),
Hâsib(în) (insanları sorgulayan, hesaba çeken),
el-Hayr (hayırlı olan, faydalı olan, iyilik eden),
el-İlâh (ma’bûd, Tanrı),
el-Kadîr (çok güçlü, çok kuvvetli, istediğini istediği gibieksiksiz, kusursuz ve tam yapabilen),
el-Kâdir (güçlü, kuvvetli, her şeye gücü yeten),
el-Kâfî (kullarına yardım eden, vekil olan, yol gösteren,
yaptıklarını bilen, gören, haberdar olan ve hesaba çeken),
el-Kahhâr (yenilmeyen, daima galip gelen),
el-Kâhir (galip gelen, zelil eden, güçlü, her şeyi kuşatan,
yaratıklarını dilediği gibi yöneten),
el-Kâim (varlıkları görüp gözeten, koruyan, yöneten),
el-Karîb (af, mağfireti, rahmeti, bilmesi, görmesi ve duyması
itibariyle kullarına yakın olan),
el-Kâşif (azap, sıkıntı, bela ve dertleri gideren),
Kâtib(ûn) (insanların yaptıklarını yazan),
el-Kavî (kuvvetli, kudretli, her şeye gücü yeten),
el-Kayyûm (zatı ile kaim olana, ezelî ve ebedî, her şeyin
varlığı kendisine bağlı, uykusu ve uyuklaması olmayan, varlıkları
yöneten, koruyan, ihtiyaçlarını üstlenen),
el-Kebîr (zatı, isim ve sıfatları, şanı ve şerefi, kadri ve
kıymeti, değer ve izzeti pek yüce, ulu ve büyük),
el-Kerîm (değerli, şerefli, çok nimet veren, nimet ve ihsanı
bol olan ),
el-Kuddûs (her türlü çirkinlik, noksanlık ve ayıplardan
uzak, tertemiz, bütün kemal sıfatları kendisinde toplayan,
güzellik, iyilik ve ihsanlarıyla övülen),
el-Latîf (yaratıklara karşı yumuşak, çok merhametli, çok
lütufkâr, ihsan sahibi, insanlara hak ettiklerinden fazlasını
veren her şeyin detayını, sırlarını en iyi bilen, işleri çok hassas
düzenleyen, gözle görülmeyen),
Mâhid(ûn) (yeryüzünü yaratıkları için elverişli, yarayışlı
ve faydalı olarak yaratan),
el-Mâlik (bütün varlıkların sahibi),
el-Mecîd (çok şerefli, çok itibarlı),
el-Melik (bütün varlıkları yöneten, dilediğini yapan, dilediği
gibi hükmeden),
el-Melîk (çok mülkü olan, her şeyin sahibi ve maliki, onları
terbiye edip yetiştiren, mülk ve güç veren),
el-Metîn (çok kuvvetli, çok dayanıklı, acizliği, za’fiyeti
ve gevşekliği olmayan),
el-Mevlâ (dost, yardımcı, görüp gözeten),
Mu’azzib(în) (suç işleyenleri, zalimleri, günahkârları cezalandıran),
el-Mu’ızz (izzet ve şeref, güç ve kuvvet, itibar ve şerefli
kılan, aziz yapan),
el-Muhric (bir şeyi açığa çıkaran, bir varlıktan başka bir
varlık var eden, gizli şeyleri ortaya çıkaran),
el-Muhît (ilim ve kudretiyle her şeyi kuşatan, her şeye
muttali olan),
el-Mukît (her şeye gücü yeten, rızık veren, yapılanları
bilen, koruyan, mükâfat veren),
el-Muktedir (güçlü, kuvvetli, istediğini istediği gibi yapan),
el-Musavvir (yaratıklara şekil ve özellik veren),
Mûsi(’ûn) (gökleri genişleten),
el-Mübîn (varlığı aşikâr olan, hakkı ızhar eden, gerçeği
beyan eden),
Mübrim(ûn) (hile ile kötülük yapmaya karar verenleri
bilen, onların bu kötülüklerini boşa çıkran, onları kesin olarak
cezalandıran),
Mübtelî(n) (deneyen, imtihan eden, gizli olanları açığa
çıkaran),
el-Mücîb (duaları, istekleri, dilekleri kabul eden, ihtiyaçları
karşılayan, sıkıntıları gideren),
el-Müheymin (insanların bütün yaptıklarını bilen, koruyan,
görüp gözeten),
el-Mühlik (isyan eden, azan, günaha dalan ve zulmeden
fert ve toplumları helâk eden),
el-Mü’min (yaratıklarına güven veren),
el-Müneccî (sıkıntı, bela ve azaptan kurtaran),
el-Münezzil (nimet veren, su, sekînet, melek, kitap ve
peygamber indiren),
el-Münîr (ışık veren, aydınlatan),
Münşi’(ûn) (îcat eden, inşa eden, yapan, örneksiz olarak
yaratan),
Müntekım(ûn) (suçluları cezalandıran),
Münzil(în) (melek, kitap, su ve sekînet indiren, nimet veren),
Münzir(în) (kullarına fayda ve zarar veren şeyleri bildiren;
inkâr ve isyan edenlerin âkibetinin kötü olduğunu haber
vererek onları bu davranışlardan sakındıran ve azabı ile
korkutan),
Mürsil(în) (vahiy, peygamber, bol yağmur, aşılayıcı rüzgâr,
koruyucu melek, âsiler için yıldırımlar ve âfetler gönderen),
el-Müste’ân (kendisinden yardım istenen, kendisine sığınılan),
Müstemi(ûn) (sesleri işiten, duyan),
el-Müte’âl (aşkın, pek yüce, ulu, eksik ve noksanlıklardan
berî olan),
el-Mütekebbir (ihtiyaç ve noksanlığı gerektiren her şeyden
münezzeh, pek yüce ve ulu),
el-Müteveffî (yaratıkların canlarını alan),
en-Nâsır (yardım eden),
en-Nesîr (çok yardım eden, sürekli yardım eden),
er-Râfi’ (peygamber ve mü’minlerin itibar, şan ve şereflerini
artıran, göğü yükselten),
er-Rahîm (çok merhametli),
er-Rahmân (çok merhametli),
er-Rakîb (insanların hâllerini, sözlerini, yaptıklarını
ve davranışlarını bilen, haberdar olan, murakabe edip koruyan),
er-Raûf (çok merhametli, çok şefkatli, çok acıyan),
er-Rezzâk (bol nimet, maddî ve manevî rızık veren),
Sâdık(ûn) (söz, iş, va’d ve va’îdinde doğru olan, her sözünü
ve va’dini yerine getiren),
es-Samed (her şeyin kendisine muhtaç olduğu, yöneldiği,
her dilek ve isteğin mercii; hiç eksiği, kusuru ve ihtiyacı olmayan
ulu, şanlı, dosdoğru, âdil ve güvenilir olan),
es-Selâm (eksiklik, acizlik, hastalık, ölüm ve benzeri şeylerden
salim olan kullarına güven ve selamet veren),
es-Semî’ (her sözü, bütün konuşulanları en iyi işiten, duyan)
Şâhid(în) (bilen, muttali olan, her şeye tanık olan),
eş-Şâkir (verdiği nimetlere şükreden ve çalışan kimseyi
ödüllendiren),
eş-Şefî’ (mü’minlerin yâr ve yardımcısı, azap ve sıkıntılardan
koruyucusu olan),
eş-Şehîd (her şeye muttali olan, gören, bilen, haberdâr
olan, her yerde hazır nazır olan, hiçbir şey kendisinden gizlenemeyen,
bütün sırlara vakıf olan, her şeyi murakabe eden),
eş-Şekûr (ibadet eden kullarının mükâfatlarını bolca veren,
az çok her itaati ödüllendiren),
eş-Şey (var olan, mevcut),
et-Tevvâb (sürekli tövbeleri kabul eden),
el-Vâhid (zatında, isim ve sıfatlarında eşi ve benzeri bulunmayan,
tek olan),
el-Vâlî (koruyup gözeten, yardım eden, işleri deruhte eden),
el-Vâris (bütün varlıkların sahibi, bâkî ve ebedî olan, her
şey kendisine dönen),
el-Vâsi’ (güçlü, kuvvetli, ilim ve merhameti her şeyi kuşatan,
bütün yaratıklara rızık veren, nimet ve ihsanı bol olan),
el-Vedûd (mü’minleri çok seven, kulları tarafından çok
sevilen),
el-Vehhâb (karşılıksız çok nimet veren, ikram ve ihsanda
devamlı olan, lütfu, ihsanı ve rahmeti bütün kulları kuşatan),
el-Vekîl (güvenilen, koruyan, yardım eden, görüp gözeten,
her şeyin maliki ve yöneticisi olan),
el-Velî (dost, seven, görüp gözeten, yardım eden),
ez-Zâhir (varlığı her şeyden aşikâr olan, her şeye galip
gelen, her şeyden yüce olan),
Zâri’(ûn) (ekinleri, bitkileri yetiştiren, büyüten),
Hüvallâhüllezî lâ ilâhe illâ hû (Kendisinden başka hiçbir
ilâh bulunmayan Allah)
Ölümden Sonra Hayat Nasıldır Ayet ve Hadislerle Geniş Anlatım
By:
saglam full indir
-
In:
Belgeseler,
Dini Videolar,
Ölümden Sonra Hayat Nasıldır Ayet ve Hadislerle Geniş Anlatım,
Yayınlar
-
0
σχόλια
Ezan Vakti Programı
By:
saglam full indir
-
In:
Dini Programlar İndir,
Download,
Ezan Vakti Programı,
Programlar
-
0
σχόλια
Program geliştirilirken kullanıcı istekleri dikkate alınmıştır. Özellikleri kısaca... * Sesli ve titreşimli uyarı. * Namaz vaktini önceden hatırlatma (Her vakit için farklı öncelik girilebilir) * Her vakte farli ezan seçilebilir. * Masaüstü Sayacı. (Sonraki vakte kalen süreyi ekranın sağ alt köşesinde sürekli gösterebilir.) * Temkin Süresi (İlçelerde yaşayan kullanıcılar şehir merkesiyle olan süre farkını girerek daha doğru bir vakit hesaplaması yaptırabilir) * Kerât Vakti (Farz harici namaz kılınamayan vakitlerde Uyarı Verebilir.) * Cuma günleri sêla okuma. * Otomatik güncelleme (Programın yeni bir versiyonu çıktığında tek tuşla tüm güncellemeleri yapar.) Bu program ücretsizdir ve ücret almamak şartı ile dağıtılması serbesttir. Dualarınızda hatırlamanız yetecektir.
İndirmek İçin Tıkla:
İndirmek İçin Tıkla:
Elmalılı Hamdi Yazır'ın Yusuf Ziya Özkan sesinden KURAN-I KERİM MEALİ
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Copyright © 2013 En çok Merak Edilen İslami Sorular ve Cevapları
| Distributed By Gooyaabi Templates
0 σχόλια: