"Engelli" kavramı; zihin,
ruh, beden ve uzuvlarda bulunan bir ârıza ve hastalık sebebiyle hayatını
sürdürmede, işlerini görmede ve topluma uyum sağlamada sıkıntısı bulunan
kimseleri ifade eder. İster
sağlıklı ister engelli olsun her insan, Allah'ın yer yüzünde yarattığı en
kıymetli ve en değerli varlıktır.
لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ
“Biz gerçekten insanı en güzel biçimde
yarattık” (Tin, 95/4),
وَصَوَّرَكُمْ فَأَحْسَنَ صُوَرَكُمْ وَإِلَيْهِ الْمَصِيرُ
“Allah size şekil verdi ve şeklinizi en güzel
yaptı” (Teğâbün, 64/3) ve
ثُمَّ سَوَّاهُ وَنَفَخَ فِيهِ مِن رُّوحِهِ وَجَعَلَ لَكُمُ
السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ قَلِيلاً مَّا
تَشْكُرُونَ
“Sonra insanı
şekillendirip ona ruhundan üfledi. Sizin için işitme, görme ve idrâk organları
yarattı” (Secde, 32/9) anlamındaki âyetler, Allah’ın insanları en güzel
ve en mükemmel biçimde yarattığını ifade etmektedir.
Yüce Allah,
insanları servetleri, ırkları, renkleri, cinsiyetleri, dilleri, nesepleri,
fizyolojik yapıları, engelli veya sağlıklı oluşları açısından değerlendirmez.
Onları îman, sâlih amel, güzel ahlâk,
ibadet ve itâatleri veya inkâr, şirk, nifâk, isyan ve kötü davranışları, takva
veya zulüm sahibi olup olmamaları açısından değerlendirir.
إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ
"Allah katında en üstün olanınız en muttakî
olanınızdır" (Hucûrât, 49/12) anlamındaki âyet ile
ان الله لا ينظر الى
صوركم و اموالكم و لكن ينظر الى قلوبكم و
اعمالكم
"Allah sizin sûretlerinize ve servetlerinize
bakmaz. Fakat kalplerinize (îman veya inkâr halinize) ve amellerinize bakar"[1] anlamındaki
hadis, bu gerçeği ifade etmektedir. Kur'ân ve hadislerde engellilere bu
bağlamda yer verilmektedir.
Kur'ân-ı Kerim ve Engelliler:
Kur'ân’da görme, işitme, konuşma, ortopedik ve zihinsel engelliler
ile hastalıklardan söz edilmektedir. Konu ile ilgili âyetlerin büyük çoğunluğu
mecâzi anlamdadır. Fiziksel anlamda engellilik ve hastalık ile ilgili âyetlerin
sayısı oldukça azdır.
Fiziksel
Anlamda Körle Sağırlar ve dilsizler:
Abese
suresinde özelde amaların genelde ise bütün özürlülerin haklarına vurgu
yapılarak onlara gerekli ilginin gösterilmesi hususunda şöyle buyrulmaktadır:
عَبَسَ وَتَوَلَّى {1} أَن
جَاءهُ الْأَعْمَى {2} وَمَا يُدْرِيكَ لَعَلَّهُ يَزَّكَّى {3} أَوْ يَذَّكَّرُ فَتَنفَعَهُ الذِّكْرَى {4} أَمَّا مَنِ
اسْتَغْنَى {5} فَأَنتَ لَهُ تَصَدَّى {6} وَمَا
عَلَيْكَ أَلَّا يَزَّكَّى {7} وَأَمَّا مَن جَاءكَ يَسْعَى {8} وَهُوَ يَخْشَى
{9} فَأَنتَ عَنْهُ تَلَهَّى{10}كَلَّا إِنَّهَا تَذْكِرَةٌ {11} فَمَن شَاء
ذَكَرَهُ {12}
“Kendisine o
â’mâ geldi diye
Peygamber yüzünü ekşitti ve öteye döndü, yüz çevirdi. (Ey Peygamberim!) Ne
bilirsin belki o â’ma temizlenip arınacak; yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek, kendisini
muhtaç hissetmeyene gelince sen ona yöneliyor, onun sesine kulak veriyorsun,
(istemiyorsa) onun temizlenmesinden sana ne, ama sana Allah’a derin bir saygı
ile korku içinde koşarak geleni bırakıp ondan gaflet ediyorsun; hayır böyle yapma, çünkü bu (Kur'ân sûreleri)
bir öğüttür, dileyen ondan öğüt alır.” (Abese 80/1-12)
Bu
ayetin nüzul sebebi olarak şu olay
anlatılır:Peygamber efendimiz (a.s.), Mekke’nin zengin ve ileri gelenlerinden
Ebu Cehil (Amr ibn Hişâm), Ümeyye ibn Ebî Halef, Abbâs İbn Abdülmuttalib ve Utbe ibn Ebî Rebî’a ile özel
bir görüşme yapar, bunları İslam’a davet eder. İslam’ın güçlenmesi açısından bu
kimselerin Müslüman olmalarını çok arzu eder. Peygamberimiz Ümeyye ibn Halef
ile konuşurken Fihr oğullarından Abdullah ibn Ümmi Mektum adında görme özürlü
biri gelir ve Peygamberimizden kendisine Kur’ân’dan bir âyet okumasını ister.
‘Ey Allah’ın Peygamberi! Allah’ın sana öğrettiklerinden bana öğret’ der.
Peygamberimiz (a.s.), sözünün kesilmesinden hoşlanmaz, yüzünü ekşitir, ondan
yüz çevirir ve diğerlerine döner. Peygamberimiz sözünü bitirip kalkacağı sırada
vahiy gelir, Abese suresinin konu ile ilgili âyetleri iner.
Peygamber
efendimiz (a.s.), bu olaydan sonra Abdullah ibn Ümmi Mektum’a ikram etmiş,
onunla konuşmuş, hatırını ve bir ihtiyacının olup olmadığını sorarak onunla
ilgilenmiş zaman zaman ona:“Ey kendisinden dolayı Rabbimin beni hakkında
eleştirdiği zat, merhaba!” diye hitab etmiştir.
Şu ayetlerde de yine
sağırlık ve dilsizlik fiziksel olarak ifade edilmektedir:
وَضَرَبَ اللّهُ مَثَلاً
رَّجُلَيْنِ أَحَدُهُمَا أَبْكَمُ لاَ يَقْدِرُ عَلَىَ شَيْءٍ وَهُوَ كَلٌّ عَلَى
مَوْلاهُ أَيْنَمَا يُوَجِّههُّ
لاَ يَأْتِ بِخَيْرٍ هَلْ يَسْتَوِي هُوَ وَمَن يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَهُوَ عَلَى صِرَاطٍ
مُّسْتَقِيمٍ
“Allah, (şöyle) iki adamı misal verdi:
Onlardan biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez, efendisine sadece bir yüktür.
Nereye göndersen olumlu bir sonuç alamaz. Bu, adalet ile emreden ve doğru yol
üzere olan kimse ile eşit olur mu?” (Nahl, 16/76).
Mecazi anlamda körlük,
sağırlık, dilsizlik
Kur'ân'da körlük, sağırlık ve dilsizlik ile ilgili âyetlerin büyük
çoğunluğu mecazi anlamdadır.
Mecâzî anlamda körlük; gözlerin varlıkları görememesi değil, insanın
gerçekleri görememesi yani "kalp körlüğü”dür.
Mecâzî anlamda sağırlık; Allah ve peygamberin çağrısını
duymazlıktan gelmek, ilâhî gerçeklere kulak tıkamaktır. Mecâzî anlamda dilsizlik;
gerçekleri konuşmamak, hak sözü söylememektir.
Yüce Allah,
kalbi, aklı ve zihni, gözleri, kulakları ve dilleri sadece eşyayı değil aynı
zamanda gerçekleri anlasın, görsün, duysun ve konuşsun diye yaratmıştır.
وَاللّهُ أَخْرَجَكُم مِّن بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ لاَ
تَعْلَمُونَ شَيْئاً وَجَعَلَ لَكُمُ الْسَّمْعَ وَالأَبْصَارَ وَالأَفْئِدَةَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
“Allah sizi annelerinizin karınlarından hiçbir
şey bilmezken çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi”
(Nahl, 16/78).
Yüce
Allah, A'raf suresinin 179. âyetinde
gerçekleri anlamayan kalp, gerçekleri görmeyen göz ve gerçekleri işitmeyen
kulak sahiplerini sapık ve cehennemlik insanlar olarak nitelemektedir.
وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيراً مِّنَ الْجِنِّ وَالإِنسِ لَهُمْ
قُلُوب
لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ
آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ
بِهَا أُوْلَـئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَـئِكَ هُمُ
الْغَافِلُونَ
Andolsun,
biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların
kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler;
kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha
da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.
Gerçeklere
gözlerini ve kulaklarını kapamış olan kâfir, müşrik ve münafıklar, gözlerini,
kulaklarını ve gönlünü Allah’a ve peygambere açmadıkça ilâhî hakîkatleri
anlayıp göremezler.
وَمَن كَانَ فِي هَـذِهِ أَعْمَى فَهُوَ فِي الآخِرَةِ
أَعْمَى وَأَضَلُّ سَبِيلاً
“Kim bu dünyada kör
olursa o âhirette de kördür, yolunu daha da şaşırmıştır” (İsrâ, 17/72)
anlamındaki âyette geçen (a’mâ) kelimesi mecâzî anlamda olup
kalp gözü kör olan, dünyada Allah’ın gücünü, nimetlerini, varlığına işaret eden
delileri ve doğru yolu göremeyen, Allah’a ve Peygamberine îmân etmeyen kimse
anlamındadır.[3]
Değerli
Kardeşlerim!
Görüldüğü
gibi âyetlerde münafıklar ve âyetleri yalanlayan kâfirler, yerilme bağlamında
körler ve sağırlar olarak nitelenmektedir. Hatta Allah bu tür insanların,
canlıların en kötüleri olduğunu bildirmektedir:
إنَّ شَرَّ الدَّوَابِّ عِندَ
اللّهِ الصُّمُّ الْبُكْمُ الَّذِينَ لاَ يَعْقِلُونَ
“Şüphesiz
yer yüzünde yürüyen canlıların Allah
katında en kötüleri akıllarını kullanmayan sağırlar, dilsizlerdir.” (Enfâl, 8/22).
Hastalar
Kur'ân’da
bedensel ve zihinsel hastalıklar; dînî ruhsat bildirme, tedavi olma, Allah’a
dua etme, Allah’ın hastalıklara şifa vermesi ve insanın nankörlüğünü beyan etme
bağlamında geçmektedir.
Dînî ruhsat
bildirme bağlamında.
Dinimiz kişileri ancak
güçlerinin yettiği şeylerden sorumlu tutar.[4]
Dolayısıyla özürlü, engelli ve hasta olanlar ibadetleri güçleri nispetinde
yerine getirirler. Mesela namazı ayakta kılmaya gücü yetmeyen bir yere
yaslanarak, buna da gücü yetmeyen oturarak, buna da gücü yetmeyen sırt üstü ve
yanı üzerine yatarak ima ile kılar. Hasta kimseler hastalığı süresince oruç
tutmaz, iyileşince kaza yapar. Tedavisi olmayan bir hastalığa yakalanmış ise
imkanı varsa fidye verir.[5] Abdest
uzuvlarından birinde yara ve sargı bulunan kimse yarayı yıkamak zarar veriyorsa
sadece meshetmekle yetinir. Görme özürlü, kendisini Cuma namazına götürecek
kimse yoksa Cuma namazı yerine evinde öğle namazını kılar. Aklî melekesini
yitiren kimse dîni görevlerden sorumlu değildir.[6] Bedensel
engeli bulunan veya sağlığı yerinde olmayan kimse hac görevini yerine getirmekle
yükümlü değildir. Çünkü hac, ancak gücü yetenlere, imkanı olanlara farzdır.[7] Hasta
ve bedensel engeli olanlar, ekonomik imkanları varsa yerlerine vekil
gönderebilirler.
Sabırlı olma
bağlamında
Bakara
suresinin 177. âyetinde
وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاء والضَّرَّاء وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَـئِكَ
الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَـئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
"Sıkıntı,
hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları
taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır!" ayette muttakî ve sâdık insanların nitelikleri
arasında felç, bunama, kanser ve benzeri
bedensel ve zihinsel hastalıklara, zarar ve sıkıntılara[8] karşı
sabırlı olanlar da zikredilmektedir.
Allah, musibetler karşısında insanların
sabırlı olmalarını istemektedir. Biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan
ve ürünlerden biraz noksanlaştırmak suretiyle imtihan edeceğini bildirdiği
âyetin sonunda
وَبَشِّرِ
الصَّابِرِينَ {155} الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُم مُّصِيبَةٌ قَالُواْ إِنَّا
لِلّهِ وَإِنَّـا إِلَيْهِ رَاجِعونَ
“Sabredenleri müjdele. Onlar, başlarına bir musibet gelince ‘biz şüphesiz (ki her şeyimizle) Allah’a
aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz derler” (Bakara, 2/155-156)
buyurmaktadır. Böylece Allah, hem insanların musibet ile
karşılaşabileceklerini, hem de musibetler karşısında insanların nasıl tavır
takınmaları gerektiğini bildirmektedir.
Enes b. Mâlik’in Hz. Peygamber’den
naklettiği kutsi bir hadise göre Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
إِذَا أَخَذْتُ كَرِيمَتَيْ عَبْدِي فِي الدُّنْيَا لَمْ
يَكُنْ لَهُ جَزَاءٌ عِنْدِي إِلَّا الْجَنَّةَ
“Ben
kulumu –iki gözünü kastederek- iki sevgilisiyle imtihan ettiğimde o buna
sabrederse, iki göze bedel olarak ona cenneti veririm”[9]
مَنْ أَذْهَبْتُ حَبِيبَتَيْهِ فَصَبَرَ وَاحْتَسَبَ
لَمْ أَرْضَ لَهُ ثَوَابًا دُونَ الْجَنَّةِ
“Kimin iki
sevgilisi (gözünü) alır da, buna sabreder ve ecrini Allah’tan umarsa, sevap
olarak cennetten başka bir şeye razı olmam”.[10]
İnsanın hastalık, sakatlık, bedensel veya
ruhsal bir sıkıntıya düşmesi sabırlı ve metanetli olabilmesi, inkâr ve isyana
dalmaması şartıyla kendisi için bir bağışlanmasına ve âhirette derece
kazanmasına sebep olur.
مَا يُصِيبُ الْمُسْلِمَ مِنْ نَصَبٍ وَلَا وَصَبٍ وَلَا هَمٍّ وَلَا
حُزْنٍ وَلَا أَذًى وَلَا غَمٍّ حَتَّى الشَّوْكَةِ يُشَاكُهَا إِلَّا كَفَّرَ
اللَّهُ بِهَا مِنْ خَطَايَاهُ
"Mümin kişiye bir ağrı, bir
yorgunluk, bir hastalık, bir üzüntü hatta küçük bir tasa hali isabet edecek
olsa, bunlar müminin bir bölüm günahlarına kefâret olur”[11]
إِنَّ الْعَبْدَ إِذَا سَبَقَتْ لَهُ مِنْ اللَّهِ
مَنْزِلَةٌ لَمْ يَبْلُغْهَا بِعَمَلِهِ ابْتَلَاهُ اللَّهُ فِي جَسَدِهِ أَوْ فِي
مَالِهِ أَوْ فِي وَلَدِهِ قَالَ أَبُو دَاوُد زَادَ ابْنُ نُفَيْلٍ ثُمَّ
صَبَّرَهُ عَلَى ذَلِكَ ثُمَّ اتَّفَقَا حَتَّى يُبْلِغَهُ الْمَنْزِلَةَ الَّتِي
سَبَقَتْ لَهُ مِنْ اللَّهِ تَعَالَى
“Kul,
Allah’ın kendisi için takdir ettiği dereceye ameli ile ulaşamazsa, Allah onun
canına, malına veya çocuğuna bir musibet verir, sonra ona sabretme gücü ihsan
eder ve böylece onu Allah’ın kendisi için takdir ettiği mertebeye ulaştırır”[12]
anlamındaki hadisler bu gerçeği ifade etmektedir.
Sabır, Allah’a isyan etmemek,
bir imtihan geçirdiğinin bilincinde olmak, hata ve kusurlarını gözden
geçirebilmek, olayları metanetle karşılayabilmektir.
Sabretmek; hastalanınca tedavi olmamak, bir musibete maruz kalınca tedbir
almamak, maddî ve manevî sıkıntılardan
kurtulmak için çarelere baş vurmamak anlamında değildir.
Tedâvî
bağlamında.
تَدَاوَوْا فَإِنَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ لَمْ يَضَعْ
دَاءً إِلَّا وَضَعَ لَهُ دَوَاءً غَيْرَ دَاءٍ وَاحِدٍ الْهَرَمُ
"Ey Allah'ın kulları tedavi olunuz.
Zira yüce Allah hiçbir hastalık yaratmamıştır ki, şifasını da birlikte yaratmış
olmasın”[13]
anlamındaki hadis sağlığın korunması ve tedavi olunmasını öngörmektedir.
Eyyub
peygamberin bedenine, malına ve ev
halkına bela isabet etmiş ve 18 yıl sıkıntılı günler geçirmiştir.[14] Eyyub
(a.s), hastalığının ve sıkıntısının iyileşmesi için Allah'a dua etmiş, (Enbiya,
83-84; Sad, 41-42) Allah'ın emri üzerine ayağını yere vurmuş çıkan sudan içip
yıkanmış iç ve dış bütün hastalıkları iyileşmiş ve sıkıntıları gitmiştir. Yüce
Allah Yakup peygamberi örnek vererek bedensel ve zihinsel her türlü hastalıktan
kurtulmak için tedavi yollarına başvurulması gerektiğini, şifayı verenin Allah
olduğunu bilmemizi istemektedir.[15]
Eyyup peygamber gibi
diğer Peygamberler de musibetlere maruz kalmışlardır.[16] Mesela
Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.), Taif’te taşlanmış, ayakları kan revan
içerisinde kalmış, Uhud savaşında dişi kırılmış, yüzü yaralanmıştır. Hz. Âişe,
Peygamberimizden daha şiddetli acı çeken birisini görmediğini söylemiştir.[17] Müminlerin başlarına gelen musibetlere
sabretmeleri durumunda, bu tavırları onların sevap kazanmalarına, günahlarının
bağışlanmasına ve manevi derecelerinin artmasına sebep olur.
Engellilerle Sosyal İlişkiler
İslam, sosyal ilişkilere büyük önem
vermektedir. Bu konuda sağlıklı ve engelli diye bir ayırım yapmaz. Ancak
yardıma, ilgiye ve bakıma muhtaç insanlarla daha çok ilgilenmeyi teşvik eder.
Peygamberimiz görme engellilere karşı
kötü davrananları, mesela, onların yoluna engel olanları kınamıştır.[18]
Bilal-ı Habeşî ile birlikte Hz.
Peygamber’in müezzinliğin de yapmış olan İbni Ümmi Mektum (İbn Sa’d, IV, 207)
ama oluşu yanında evinin camiye uzaklığını ve kendisini camiye götürecek kimsen
bulunmayışını da mazeret göstererek, namazı evinde kılabilmek için Hz.
Peygamber’den müsaade istemişti. Resulullah ise “Sen namaz için ezan
okunduğunu işitiyor musun?”diye sordu . O “Evet” dediğinde, Hz. Peygamber “O
halde davete icabet et, cemaate gel” buyurdu
Bu haber cemaatle namazın ne derece önemli olduğuna vurgu yapmakla birlikte,
Peygamberimiz’in â’ma bir zatı toplumdan tecrit etmeyerek onu cemaat içinde
bulundurmaya teşvik ettiğini de göstermektedir. Bu yönüyle Hz. Peygamber’in
günümüzdeki engellileri rehabilite etmeye yönelik bir faaliyet içerisinde
olduğunu söyleyebiliriz
Hz. Hatîce validemiz, Peygamberimizi
“güçsüzü yüklenen” (tahmîlü’l-kelle) kimse olarak tanıtmıştır. “el-kell”,
kendi işini kendisi yapamayan, zayıf ve güçsüz olması hasebiyle insanlara
muhtaç olan âciz kimse diye tarif edilmektedir. Bu kavram, her türlü
engelliliği içine alır. Bu; Hz. Peygamber’in daha peygamberlik öncesinde zayıf,
güçsüz ve âcizlere arka çıktığı, onların sıkıntılarını ve ihtiyaçlarını giderme
çabası içinde olduğunun beyanıdır.
Dinimiz, engellilerle ilgilenmeyi ve onlara
yardımı teşvik etmekte ve bunu sevap bir davranış olarak görmektedir. Görme
engelli bir kimseye yol göstermek, sağır ve dilsiz ile ilgilenmek[20] ve
aracına binmeye çalışan bir engelliye yardımcı olmak sadakadır.[21]
Değerli Kardeşlerim!
Bu rivayetler, Peygamberimizin bırakın
herhangi bir engellinin engeliyle tahkir edilmesini veya sakatlığıyla hitap
edilmesini, engelsiz kimselerin dahi boyu veya rengi sebebiyle ayıplanmasına
sessiz kalmadığını, aksine bu tür tavırlara sert bir şekilde karşı çıktığını
ortaya koymaktadır.
Peygamberimiz engelli insanlara, onları
onura edecek kelimelerle nitelemiş, onlara iltifat etmiştir. Görme özürlü bir
sahâbîden söz ederken, ona “basîr” (basîretli, iyi gören) demiştir.[22]
Peygamberimiz bir gün ashabına “her gün”
için sadaka verilmesi gereğinden söz eder. Sahabe, her gün için sadaka verecek
imkanlarının olmadığını söyler. Bunun üzerine Peygamberimiz, sadakanın birçok
çeşidinin olduğunu bildirir ve;
وَتَهْدِي الْأَعْمَى وَتُسْمِعُ الْأَصَمَّ وَالْأَبْكَمَ
حَتَّى يَفْقَهَ وَتُدِلُّ الْمُسْتَدِلَّ عَلَى حَاجَةٍ لَهُ قَدْ عَلِمْتَ
مَكَانَهَا وَتَسْعَى بِشِدَّةِ سَاقَيْكَ إِلَى اللَّهْفَانِ الْمُسْتَغِيثِ
وَتَرْفَعُ بِشِدَّةِ ذِرَاعَيْكَ مَعَ الضَّعِيفِ كُلُّ ذَلِكَ مِنْ أَبْوَابِ
الصَّدَقَةِ مِنْكَ عَلَى نَفْسِكَ
“Görme
özürlüye rehberlik etmen, sağır ve dilsize anlayacakları bir şekilde anlatman,
bir ihtiyacı konusunda senden yol göstermeni isteyen kimseye yol göstermen,
yardım isteyen kimsenin yardımına koşuşturman, koluna girip güçsüze yardım
etmen, bütün bunlar senin kendine yapacağın
sadaka çeşitlerindendir...” buyurur.[23]
Engellilere yapılacak bu tür yardımların
sadaka olduğunu, diğer bir ifade ile Allah’a olan sadâkatin bir ifadesi
olduğunu belirten Peygamberimiz, herhangi bir görme özürlüyü yoldan saptıranları,
onu kasten yanlış yola yönlendirme sadakatsizliğini gösterenleri de lanetliler
arasında saymıştır.[24]
Peygamberimiz,
مَنْ تَرَكَ مَالًا فَلِوَرَثَتِهِ وَمَنْ تَرَكَ كَلًّا
فَإِلَيْنَا
“Kim
ölür de mal bırakırsa, malı veresesinindir. Kim bakıma muhtaç kimseler
bırakırsa (kellen) onun sorumluluğu bana
aittir”[25] sözüyle Devletin, hasta, zayıf, engelli,
yetim ve benzeri bakıma muhtaç kimseleri koruyup gözetmesi gerektiğine işaret
etmiştir.
Engellilere İş İmkanı Sağlanması
Peygamberimiz
engellilere yeteneklerine göre kamu alanında görev vermiş, onları topluma
kazandırmaya çalışmıştır. Engellileri başkalarına el açan bir dilenci ve
toplumun üretken olmayan bir kesimi olarak görmemiştir. Aksine çeşitli
hizmetlerde kendilerinden yararlanma cihetine gitmiştir. Örneğin, ortopedik
özürlü (topal) Muâz b. Cebel’i Yemen’e vali olarak göndermiş, çeşitli
vesilelerle Medine dışına çıktığında yerine vekalet etmek üzere 13 defa görme
özürlü Abdullah İbn Ummi Mektum’u vekil bırakmıştır. İbn Ümmi Mektum, cemaate namaz
kıldırmış, Mekke ve Medine’de uzun yıllar müezzinlik yapmıştır. [26] Hz.
Peygamber, kendisine Mekke’de ilk iman edenlerden biri olan bu ama zatı, Mus’âb
b. Umeyr ile birlikte Medine’ye Kur’ân öğretmesi için göndermiştir. (Buhari,
Menakibu’l-Ensar, 46)
Sahabeden görme özürlü İtbân b. Mâlik kendi
kabilesine imamlık yapmıştır. Peygamberimiz bu uygulamalarıyla, engellilerin
yeteneklerine uygun alanlarda istihdam edilerek onların üretici bireyler
olmalarını, onları topluma kazandırma kişiliklerinin geliştirmelerini
amaçladığını ve gelecek nesillere yol göstericilik yaptığını söyleyebiliriz.
Organ naklinin İslâm'ın
prensip ve amaçlarıyla ilişkisini kurarken konu iki ayrı açıdan ele alınabilir.
Birincisi, organ naklinin itikadî (inanç esasları) ve uhrevî (âhiret hayatına
ilişkin sonuçlar) açıdan değerlendirilmesi. İkincisi de, organ naklinin İslâm
hukukunun ilke ve gayeleri açısından incelenip caiz olup olmadığının
araştırılması.
1. İtikadî Ve Uhrevî
Açıdan
Bunun cismanî haşir
inancıyla, organların sorumluluğu ve kıyamet günü şahitliği meselesiyle ve
genel olarak dinî sorumluluk esaslarıyla bağdaşıp bağdaşmayacağı gibi
tartışmaların açılmasını ve bu konularda belli bir sonuca varılmasını gerekli
kılmaktadır.
Ehl-i sünnet bilginlerinin
ve kelâmcıların çoğunluğu, âhirette haşrin cismanî olacağı, insanın ruh ve
bedeniyle birlikte diriltilip böylece haşrolacağı, hesaba çekileceği, ceza veya
ödüle muhatap olacağı görüşündedir. Kur'an âyetleri de bu görüşü doğrular mahiyettedir.Âhirette haşrin cismanî
(bedenî) olacağı inancının, organ naklinin tereddütle karşılanmasında kısmen de
olsa etkisi vardır. Ancak konu yakından incelendiğinde organ naklinin cismanî
haşirle doğrudan ilişkisi, daha doğrusu organ naklinin cismanî haşir inancını
zedeleyen bir yönü bulunmadığı, nakledilecek organın tekrar asıl sahibine
döneceği ifade edilebilir. Nitekim organların toprakta çürümesi, yanıp kül
olması, hayvanlar tarafından parçalanıp yenmesi de onun tekrar asıl sahibinde
haşrolunmasına engel değildir. Gerçekten Kur'ân-ı Kerîm'de ahirette
insanın bütün uzuvlarının en ince ayrıntıya kadar toplanacağı ifade edilir. Bu
ve benzeri delillerden yola çıkan İslâm bilginleri de herkesin aslî
parçalarının kendisiyle haşrolacağı görüşündedirler.
Takma organın yeni
sahibinde sevap veya günah işleyen bir kişinin cüzünü oluşturması da tamamen
bu yeni sahibiyle alâkalı bir meseledir. Çünkü sorumlulukta aslolan iradedir,
sorumlusu da o organları kullanan şahıstır.
Kıyamet gününde organların
şahitliği meselesine gelince, bu husustaki ayet ve hadisler organların âhirette
lisân-ı hâl ile konuşacağı şeklinde anlaşılabileceği gibi, Allah'ın huzurunda
insanın hiçbir mazeret ileri sürme ve yalan beyanda bulunma imkânının
olmayacağı, her şeyin apaçık ortada olacağı anlamında da yorumlanabilir. Bu
konudaki ayetlergerçek
anlamında alınsa bile yine organ nakline engel bir delil teşkil etmez. Zira
her şey Allah'ın bilgisi dahilindedir ve organlar her bir bedende bulundukları
süre içinde olup bitene şahitlik edebilirler.
Konuya genel olarak dinî
sorumluluk esasları açısından bakıldığında ise, öncelikle şunu belirtmek gerekir
ki, duygu, düşünce, akıl, inanç gibi manevî, ruhî özellikler, organların
biyolojik yapısına bağlı olmadığından, organ nakliyle kişilik transferi
olmamaktadır. Diğer taraftan, dikkatten uzak tutulmaması gereken bir husus,
İslâm dininin, cinsi, milliyeti, rengi, dini, konumu ne olursa olsun her insana
insan olarak baktığı ve eşit bir yaşama hakkı tanımış olduğudur. Şu halde organ
veren kimsenin veya organ verilen şahsın fâsık yahut gayri müslim olması gibi
şahsî durumlarından ötürü diğer tarafın dinen sorumlu olabileceğinin ileri
sürülmesi de İsabetli olmaz.
İslâm tedaviye önem
vermiş, her insana tedavi olmada eşit haklar tanımış, bir insana hayat vermeyi
bütün insanlığa hayat verme mesabesinde görmüştür. Buna
göre, organ nakli açısından müslüman ile gayri müslim, dindar ile fâsık ayırımı
yapılması doğru olmaz. Kaldı ki doğruya hidayet eden de, eceli takdir eden de
Allah'tır. Sorumlulukta herkesin kendi hür iradesi esastır. Bu sebeple,
müslüman veya dindar olmayana organ vermenin, onun günah işlemesine yardımcı
olmak veya ömrünü uzatmak olarak değerlendirilmesi İslâm'ın bu konudaki genel
esasları ile bağdaşmaz.
2. İslâm Hukuk Prensipleri Açısından
Kur'an'da ve hadislerde insan
hayatını tehdit eden bir açlık ve zaruret halinde haram fiillerin mubah hale
geleceği ve günahın kalkacağı bildirilmiştir. İslâm ölüye değer vermekle
birlikte, insana ve hayata daha çok değer vermiş, hayatı korumayı dinin beş
temel maksadından biri saymıştır.
Çağdaş İslâm bilginleri ve
fetva kuruluşları, ölüden (kadavra) tedavi maksadıyla organ alınmasına ve
hastaya nakledilmesine, çeşitli gerekçelere istinaden cevaz vermişlerdir. Bu
cümleden olarak, ülkemizde Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu
daha önceki kararlarının yanı sıra 03.03. 1980 tarih ve 396/13 sayılı kararı
ile, belli şartların bulunması halinde ölüden diriye organ naklinin caiz
olduğuna fetva vermiştir. Yukarıda işaret edilen kurullar ve şahıslar, ölüden
diriye organ naklinin caiz olabilmesi için şu şartların bulunması gerektiğini
belirtirler:
1. Organ naklinde zaruretin bulunması,
2. Konunun uzmanlarında hastanın bu tedavi ile iyileşeceğine dair güçlü bir
kanaatin oluşmuş bulunması,
3. Ölümünden önce kendisinin veya ölümünden sonra mirasçılarının onayının
alınmış olması,
4. Tıbbî ve hukukî ölümün kesinleşmiş olması,
5. Organın bir ücret ve menfaat karşılığında verilmemiş olması,
6. Alıcının da buna razı olması.
Diriden diriye organ
naklinin hükmüne gelince; bazı çağdaş İslâm bilginleri ve fetva kurulları
belli şartlarla buna da cevaz vermişlerdir. Bu cümleden olarak Kuveyt Evkaf ve
Din İşleri Bakanlığı'na bağlı Kuveyt Fetva Kurulu'nun, Suudi Arabistan'daki Dünya
İslâm Birliği'ne bağlı Fıkıh Akademisi'nin ve İslâm Konferansı Teşkilâtı'na
bağlı İslâm Fıkıh Akademisi'nin kararlarında diriden diriye organ nakli, belli
şartlarla caiz görülmüştür. Bunun cevazı için ileri sürülen şartlar ise
şunlardır:
1. Zaruretin bulunması,
2. Vericinin izin ve rızasının bulunması,
3. Organın alınmasının, vericinin hayatını ve sağlığını bozmayacak olması ve
bu durumun tıbbî raporla belgelendirilmesi,
4. Konunun uzmanlarında operasyon ve tedavinin başarılı olacağına dair güçlü
bir kanaat oluşmuş bulunması,
5. Yeterli tıbbî ve teknik şartların bulunması,
6. Organ vermenin ücret veya belli bir menfaat karşılığı olmaması.
Bu fetvanın dinî dayanağı
olarak yukarıda zikredilen deliller, özellikle “Kim bir insana hayat
verirse, bütün insanlara hayat vermiş gibidir”(el-Maide 5/2) ve “iyilik
ve takva üzere yardımlaşınız” (el-Maide 5/32) mealindeki âyetler ile
yardımlaşmayı, dayanışmayı, fedakârlığı, zararı önleyip faydalıyı hâkim
kılmayı emir ve tavsiye eden hadisler gösterilmektedir.
Diriden diriye organ
naklini caiz görmeyen çağdaş İslâm bilginlerinin sayısı, ölüden organ nakli
konusundakine göre biraz daha fazladır. Bu görüşün sahipleri gerekçe olarak
da, insanın kendi organlarına mâlik olmadığını ve onlar üzerinde tasarruf yapma
hakkının bulunmadığını, insanın saygıdeğer ve dokunulmaz olduğunu, organ
naklinin hilkati (aslî yaratılış) değiştirdiğini, iki taraf için de denk bir
tehlike teşkil ettiğinden bunun zararın zararla giderilmesi kabilinden olduğunu
ileri sürmektedirler.
Ancak, diriden alınan her
organ ve dokunun aynı sonucu doğurmadığı ve aynı derecede hayati tehlike,
sağlık bozukluğu veya görünüm çirkinliği meydana getirmediği açıktır. Vericiyi
riske sokmadığı, sağlığını veya görünümünü bozmadığı takdirde, tıbbî verileri
esas almak ve organ nakline -zarureten başvurulan alternatifsiz bir tedavi
yöntemi olduğu sürece- olumlu bakmak, herhalde İslâmî prensiplerle ve dinî
hükümlerin amaçlarıyla daha uyumlu bir tavır olacaktır.
Öte yandan, kişiye kendi
vücudundan organ veya doku nakli meselesi önemli tereddütlere yol açmamış; İslâm
Konferansı Teşkilâtı'na bağlı olan İslâm Fıkıh Akademisi'nin kararında, sağladığı
yarar, getireceği zarardan fazla olmak, biyolojik veya psikolojik açıdan kişiyi
sıkıntıya sokan bir kusur veya rahatsızlığın giderilmesi amacına yönelik
bulunmak şartıyla bu tür tıbbî operasyonların caiz olduğu belirtilmiştir.
Buna karşılık aynı
kararda, kişinin hayatiyetine son veren, yine hayatiyetine son vermese de
vücudun temel fonksiyonlarından birini tamamen sona erdiren organ yahut
organların alınması yoluyla diriden diriye organ naklinin caiz olmadığı
vurgulanmıştır.
Değerli
Müminler!
İnsan,
Allah'ın yer yüzünde yarattığı en değerli ve en üstün varlıktır. Yaratılış ve
temel haklar açısından insanlar arasında fark yoktur. Allah, insanları fizik
yapıları, engelli veya engelsiz oluşlarına göre değil iman, ahlak, takva veya
inkar, isyan ve zulüm açısından değerlendirir. Allah katında en üstün insan en
muttakî insandır..
İster ilâhî bir imtihan sonucu,
isterse kendisi ve diğer insanların kusuru sebebiyle olsun bir musibetle
karşılaşsın insanın her şeyden önce metanet ve sabır gösterebilmesi gerekir.
Bu, sıkıntılarından kurtulmak için maddî ve manevî çarelere başvurmasına ve
tedavi olması engel değildir. Aksine tedavi olmak, dertlere çare aramak Allah
ve Peygamberin emridir.
İslâm dininin dünyada
insanların fert ve toplum olarak sağlık, huzur ve güven içinde yaşamasına önem
verdiği, bunu sağlayıcı tedbirlerin bir kısmını emrettiği, bir kısmını da
insanların çaba ve inisiyatiflerine bırakıp ilke olarak teşvik ettiği
bilinmektedir. Organ naklinin artık alternatifsiz bir tedavi yöntemi olarak
insanları hayata döndürdüğü görüldükten sonra kamuoyu tarafından sergilenen
tereddütlerin ve çekimser tavrın terkedilmesi, hatta bu yönde ciddi adımların
atılması, kamuoyu oluşturulması ve bunu sağlayacak kurumların kurulması
gerekir. İnsan hayatına çok değer veren bir dinin mensubu olan müslümanlann bu
konuda dünyaya öncülük ve örneklik etmesi bile beklenir.
0 σχόλια: